1990’lar Türkiye’sinde muhalif entelektüellerin çoğunluğu, demokratikleşme söyleminden meşruiyet devşiriyorlardı. “Demokratizm” denilebilecek anlayış, “ideolojilerin öldüğünü veya etkisizleştiğini; demokrasinin “kasabadaki tek oyun” haline geldiğini savunuyordu.
Ülkemizde Demokratizmin en ateşli savunucuları, eski Marksistlerden çıktı. Avrupa’da Marksizm’den sosyal demokrasiye veya yeşillere “dönülürken”; Türkiye’de liberalizme dümen kırıldı.
Ama ortada tuhaf bir durum vardı: Türkiye’de keşfedilen “liberalizm” aslında Yeni Sağ damgası taşıyordu. Siyasal veya modern liberalizm denilen; sosyal demokrasiyle ortak paydaları olan birikimden uzaktı.
Önce “piyasanın erdemleri” üzerinden bir ekonomizm dalgası yaşandı. Herkes ekonomist kesildi. “Ekonominin, piyasanın icaplarından anlamayanlarla” dalga geçildi.
Ne var ki Türkiye gibi yoksulu bol, göç dalgaları devamlı ve iç savaş yaşayan bir ülkede Yeni Sağ’ın neo-liberal politikalarının seçmene çarpması kaçınılmazdı. 1989’da SHP, daha sonra da RP’nin seçim başarıları, aslında Özal’ın neo-liberalizmi de barındıran Yeni Sağ açılımına tepkiydi.
Tam da bu evrede ekonomizm büyüsü geriledi. “Ekonominin icaplarından, bireyselliğin keşfinden bahseden” liberaller, artık demokratikleşme zarureti üzerinden meşruiyet aramaya yöneldiler.
Böylece demokratikleşme, liberal entelektüellerin yeni sihirli değnekleri haline geldi.
Marksizm’den sosyal demokrasi gibi ara istasyonları atlayarak liberalizme geçiş yapanların eski mahallelerinden getirdikleri bazı alışkanlıkları vardı: Fazlasıyla deterministiler. Yani, “doğru siyaset tarzıyla doğru sonuçların” alınacağına dair naifliklerini korudular.
Türkiye’de liberalizm köklü bir gelenek olmadığı için, “doğru liderin” gelip onların “doğru reçetelerini” uygulamalarını beklediler. Özal, onların çizgisine biraz yanaştığında “büyük reformcu” oldu. Oy kaygısıyla veya meşrebi gereği liberalizme mesafe aldığında ise “otoriterleşti.”
Aynı şey Erdoğan için de geçerliydi. Erdoğan hep aynı Erdoğan’dı aslında.
Liberaller, Yeni Demokrasi hareketiyle partileştiler ve ilk seçim yenilgisinde pes ettiler. Keşke etmeseydiler.
Parti veya hareket olmaktan çok çabuk vazgeçtikleri için, kaçınılmaz olarak elitist algılanmaya başlandılar.
Bu arada teslim edilmesi gereken bir hakikat var: Ne sağ cenah ne de sol cenah, eklektik ama yeni şeyler söyleyen liberallerin entelektüel alandaki etkinliğiyle baş edemedi. Çok uzun süre entelektüel gündemi liberaller belirlediler.
Öyle ki, AK Parti’ye giden İslamcı canlanış, kendi entelektüel cephaneliğinden ziyade, liberallerinkinden istifade etti.
Bu dönemde ne bütün olarak sol ne de sosyal demokratlar, liberallerle baş edemediler. Entelektüel hesaplaşmadan ziyade, kişilikleri hedef alan atışmalar, karalamalar öne çıktı.
Liberallerin de bu kısır iklime büyük katkıları oldu doğrusu. Kemalizm eleştirisi yaparken, yüzlerini hep sağa döndüler. Anti-Kemalizm’e savruldular. Sol eleştirisi yaparken de benzer bir tepkiselliğe kaydılar. Sürekli olarak sağ cenaha konuşmak, orayı dönüşümün adresi kabul etmek, ve solun tüm kesimlerini “tarih dışı” görmek son derece yanlış ve indirgemeci bir tutumdu.
Liberaller, sadece sağa, daha sonra da AK Parti’ye konuşmalarının bedelini şimdi ağır biçimde ödemekteler. Solla hatta Kemalistlerle diyaloğa dayalı bir eleştiri kültürü oluşmamasında liberallerin söz konusu tavrı çok etkili oldu.
Sonuçta bugün solda ve sosyal demokratlar arasında çok abartılı bir liberal alerjisi ortaya çıkmış durumda. Bu abartı da yanlış. Eleştirel mesafenizi koruyarak da bir düşünce geleneğiyle diyaloğa dayalı alışverişiniz olabilir. Bu her şeyden önce kendi duruşunuza dair bir özgüvenle mümkündür.
Keşke 90’larda liberallerle veya sağ cenahla baş edebilecek nitelikte güçlü bir sosyal demokrat entelektüel küme oluşabilmiş olsaydı. Yukarıda bahsettiğim anormallik; yani Avrupa’da Marksizm’den sosyal demokrasiye geçişler daha yaygınken; Türkiye’de Marksizm’den liberalizme geçişlerin dikkate değer oranda olması, hem halihazırda güçlü bir sosyal demokrat birikim olmamasının sonucuydu hem de bu birikimin zamanla oluşamamasının nedenlerindendi.
Ama bugün de bu ihtiyaç devam ediyor. Liberaller dahil tüm ideolojik rakiplerine, sola ve sağa karşı özgüvenle konuşabilecek ama diyalojik kültürü kabullenen bir birikime ihtiyaç var. Üstelik sosyal demokratlar bana göre diğer tüm ideolojik geleneklerden çok daha avantajlılar.
“Neden avantajlılar” sorusuna gelmeden önce liberallerin AK Parti’ye açtıkları krediye neden olan paradigmatik yanılgılarından bahsetmek gerekiyor:
Liberallerin determinizmi, demokratikleşme sürecinin kaçınılmazlığına iman etmelerini getirdi. Onlara göre Türkiye, “doğru lider ve siyasetle” demokratikleşmesini nihayetlendirebilecekti.
Aslında bu bizdeki liberallere özgü bir aldanış değildi. Küreselleşme dalgasıyla liberal demokrasilerin nihai zaferine dair ciddi bir iyimserlik oluşmuştu.
Ama son dönemde bu iyimserlik dağıldı. Liberal “Yetmez Ama Evet”çilerin” yanılgıları da bu bağlamda değerlendirilmeli. “Hainlik” gibi basit yaftalamalarla değil.
Onların demokratikleşme sürecinde son durağa yaklaştığımıza dair iyimserlikleri küresel ölçekli bir liberal yanılgıdan ayrı anlaşılamaz.
Son dönemde demokratikleştiklerine inanılan ülkelerde otoriter rejimlerin peydahlanmaları, küresel bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Peki ne oldu? Bana göre kültürlerin ideolojikleşerek siyasete ağırlıklarını koymaları, hem liberalizmi hem de sosyal demokrasiyi zor durumda bıraktı. Dinler de bu ideolojikleşme sürecine kapıldılar.
Küreselleşmenin ilk aşamalarında insanların kendi kültürlerine kapanmaları anlaşılırdır. Zamanla kültürler arası ara geçişleri mümkün kılacak kamusallıklar güçlenecektir.
Ama şimdilik kültürün siyasete büyük bir geri dönüş yaptığı bir devreye girmiş durumdayız. Kültürün ideolojikleşmesi, siyaset yoluyla makro kültürel dönüşüm taleplerinin canlanmasına yol açıyor.
Bugün AK Parti’nin icraatları da bahsettiğimiz kültüralizm dalgasıyla örtüşüyor. Hindistan’da da benzer bir süreç, Hindutva hareketi üzerinden tecrübe ediliyor. Bizdeki adı ise “medeniyetçilik.”
Giderek çoğullaşan ülke ve dünya koşullarında, kültürün ideolojikleşerek siyasal alanı egemenlik altına alması, korkunç bedeller ödetir. Çıkmaz sokaktır.
Liberal demokrasinin bir başka yanılgısı da, küreselleşmenin regülasyon mekanizmaları olmadan işleyebileceğine dair ideolojik körlüğüydü.
Bir bakıma “kültürün dönüşü”, liberalizmin piyasayı mutlaklaştıran körlüğünden ayrı düşünülemez. Küreselleşme dalgasını düzenleme, kontrol etme ihtiyacını yok sayan liberalizm, bugünkü insani trajedilerin de önünü açtı.
İnsanların kaos karşısında en tanıdık alana, kültürlerine çekilmeleri anlaşılırdır. Ama kültürü mutlaklaştırarak başkalarını yok saymak, bugün Ortadoğu’daki manzaraları kaçınılmaz kılar.
Tam da bu nedenlerle, küreselleşmeyi insanlık yararına düzenleme, denetleme ihtiyacı, sosyal demokrasiyi daha değerli kılıyor.
Yukarıda liberal demokratların “demokratizm” denilen anlayış eksenindeki yanılgılarını özetlemeye çalıştım.
Hem Türkiye’de hem dünyada, “sosyal” boyutu öne çıkarmadan yan yana, hatta iç içe yaşamamız mümkün değil. Sosyal demokrasinin “sosyali”, “komşusu açken tok yatmamayı”, ölüm denizlerinde göçmenler yitip giderken, plajda güneş gözlüklerinin ardına saklanmamayı gerektirir.
Sosyal demokrasinin “demokrasi” vurgusu ise, toplum mühendisliği eksenli kültürel transformasyon tutkusunu reddeder. Toplum mühendisliği sağ veya sol kökenli olsa da bu reddediş değişmez. Kültür, makro siyasal dönüşümlerin konusu olmamalıdır. Toplumun kültürel çoğulluğu tehdit değil değerdir.
Bu nokta, sosyal demokrasinin daha radikal sol yorumlarla farkını da ortaya koyar. Küresel sosyal demokratik mekanizmalar oluşturulmadan, daha radikal arayışların zemini de oluşmayacaktır. Bu anlamda sosyal demokrasi, daha alternatif arayışların da çiçek açabileceği bir küresel istikrar vizyonuna sahip olmalıdır. Buna en yakın ideolojidir de.
Radikal solcular, özellikle Marksistler, sosyal demokratlara bazı klasik eleştiriler yöneltirler. “Kapitalizmi insanileştirerek devrim ihtimalini azaltmak” gibi bir eleştiri belki bir zamanlar makuldü. Ama hala bu türden eleştiriler yapmak oldukça tuhaf. Solun klişelerden kurtulması lazım.
Şunu açık yüreklilikle kabul etmemiz gerekiyor: Sosyalizmin çok anlamlı değerleri var ama bugün net bir yöntemi, yolu yok. Eskiden “tek yol” sayılan bazı yollar da geçerliliğini yitirdi. Marksist devrim kuramı, bizzat tarih tarafından yanlışlandı.
Dolayısıyla yöntemi veya yolu mutlaklaştırarak sol geleneği dogmatikleştirmemek lazım. Marksizm’in krizini aşması çok zor. Ama Sosyal Demokrasinin önü açık.
Sosyal Demokrasi, küreselleşmeyi insanlık yararına denetleme iddiasını somutlaştırdıkça ve tam da böyle yaptığı için, yerel alandaki özgürlükçü ve anti-kapitalist tecrübelerin önleri açılacaktır. İlke olarak yereli öne çıkarmakla, küreselleşmeye dair bir vizyona sahip olmak, yani “küyerel” bir duruş bugün bir çelişki değil ihtiyaçtır.
Sosyal Demokratlar bu özgüvenle entelektüel alanda daha etkili olmaya gayret etmeliler. Türkiye’nin güçlü bir sosyal demokrat birikime ihtiyacı var.
Sosyal demokrasinin en büyük avantajı entellektüelini pratiğin içinde oluşturması diye biliyorum. Adeta yaparken soran, sorarken yeniden kuran bir tarz. Tam da küreselleşmenin seçeneksizlik iddialarının antidotu olabilecek bir kaldıraç bu. Ama pratiğin utangaç izleyicileri ile olacak iş mi?
Yerelde, yani apartman, site ve kooperatif yönetiminden, kırlarda uygulamalı ‘akademi’lere, dev kentsel deneyimlere kadar özgün pratikler entellektüel gündemde tutulabilir. Ortak ve benzeşmeyen yanları hesaba kitaba vurulabilir, sınıflandırılıp kataloglanabilir, davranış çalışmaları yaygınlaştırılabilir. Bunları, aydın ‘yan uğraşı’ konumundan çıkarmaktan, terfi ettirmekten geçiyor, haklı olarak salık verdiğiniz birikim.
Inaniyorumki toplum bilimin doga bilimlerinden ogrenecegi cok sey var. Ozellikle bu husus, saglikli bir bicimde karmasarak buyume babinda gecerli. Insan eli degen doganin da basina gelenler gunumuzdeki insanin basina gelenlerle ayni. Insanin kendisini hem biyolojik ve hem de sosyolojik olarak tanimasi ve ona gore hastalanmadan buyumesi gerekiyor. Bir yerlerden baslamak lazim. Bu da insanin kendisinin hem maddi ve hem de manevi yonden (estetik ve etik degerleri dengeli bir bicimde kavrayarak) butunu kavrayisi ve boylece de once kendi icinde ve sonra da etrafi ile butunlesmesi ile olacak. Tam da insan mudahelesi olmamis doganin yaptigi gibi.
Sosyal demokrasinin Türkiye’de önünün çok açık olduğuna katılıyorum, zira hem liberaller hem de muhafazakarlar ahlaki söylem üstünlüğünü tamamen kaybetti. Başka bir deyişle, sosyal demokrat söylem aslında şu anda ülkede değer yaratabilecek tek ideoloji haline geldi. Ancak bu söylemin geniş kitlelerce benimsenmesi, HDP’yi de katarsak %40’lık oy potansiyelinin artması için aşılması gereken önemli sosyo-psikolojik bariyerler var. Ülkenin ve CHP’nin tarihinden bağımsız olarak sosyal demokrasinin geleceği tartışılamaz. Öncelikle tarihi bir özeleştirinin (hatta belki özrün) gündeme getirilip muhafazakar kitlelerle barışmaya çalışılması lazım. Bununla beraber, ideolojinin samimi-sahici ve basit bir şekilde, yetkin yeni yüzlerce yapılmasına ihtiyaç var. Bu insiyatif hızlıca alınmazsa, kısa-orta vadede sağ cenah yeni bir ideolojik söylem geliştirerek mevcut fırsatın heba olmasına sebep olabilir.