Türkiye politik ve kültürel bakımdan tamamen kendi gündemine odaklanmış, dış dünyayla etkileşimi sınırlı bir ülke. Şüphesiz bu durumun çeşitli sebepleri var; ilk başta Türkiye –vaktiyle Orhan Pamuk’un dile getirdiği gibi- “dünyanın taşrasında” bir memleket, ülkemiz –burada en büyük iki şehrimiz İstanbul ile Ankara’yı da adlı adınca zikredebiliriz- siyasi, sosyal, kültürel, sanatsal açılardan küresel ölçekte herhangi bir merkezi öneme sahip değil.
İkinci sebep de Türkiye’de toplumsal düşüncede ve siyasal kültürde baskın olan kendineözgücü, “biz bize benzeriz”ci, evrensellikten uzak anlayış. Âlim yahut cahil Türkiyeliler (evet Kürtler de buna dâhildir) dünyaya kendi uluslarını merkeze alarak bakar, kendi ulusal kimlik ve tarihlerinin benzersiz olduğuna inanır. Bu mutlaka bir şovenizm göstergesi de değildir, çoğu zaman cehalet, naiflik ve dünyaya kapalılığın bir karışımıdır.
Ayrıca bizde dünya ahvaline yönelik genel bir merak eksikliği de mevcuttur. Bunu zaten ciddiyeti ve güvenilirliği gitgide azalan gazetelerimizin dünya haberlerine ayrılmış kısımlarına baktığımız zaman görmemiz mümkündür. Fransa veya ABD’deki ciddi bir gazetede en az 2-3 sayfayı işgal eden dünya haberleri kısmı bizde nadiren tek sayfayı kaplar, orada da yabancı haber ajanslarından özet çeviriler ve kısa haberler dışında pek bir şey bulamazsınız. Sözgelimi o hafta sonu Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde yaşanacak bir seçime dair tatmin edici bir yorum veya analiz bulmak imkânsız gibidir. İşin tuhaf yanı, böyle bir yazıyı okurlar da aramazlar.
Fransa’da yayımlanan Courrier International adlı bir haftalık dergi vardır, bu dergide dünya çapında yayımlanan 1000’e yakın gazete ve dergiden seçme yazı ve haberler yer alır, ülkedeki siyasi durumu, tartışmaları özetleyen kısa giriş yazıları eşliğinde yayımlanırlar. Bu derginin sütunlarında İzlanda’dan da, Kamboçya’dan da, Mozambik’ten de bir haber veya yazıyı okumak imkânı bulunabilir. Bu mecmuanın Türkiye’de yayımlanan bir muadilini tahayyül edebiliyor musunuz?
Nihayet Türkiyeliler’in –çoğu zaman entelektüeller ve akademi çevreleri de dâhil olmak üzere- kendilerini genellikle dünya vatandaşı hissetmediği de söylenebilir; İslamcılardaki dünyayı Müslüman ve gâvur, Darülislam ve Darülharb olarak ikiye bölen anlayış, antagonizmin dozu düşük olmakla beraber ortalama Türkiye vatandaşında da –bu kez Türk ve yabancı olarak- geçerlidir.
***
Peki, bu hep mi böyleydi? Hayır.
Türkiye’nin kurucu babaları dünya ahvaliyle yakından ilgilenen entelektüellerdi. Atatürk’ün fin de siécle Selanik’indeki ilk gençliği, kozmopolit imparatorluğun Babil kulesini andıran liman şehrindeki çok farklı siyasi etkilerin arasında geçmiştir. Okul ve askerlik yıllarında kendisini çok etkileyen vatan ve özgürlük şairlerimiz Namık Kemal ve Tevfik Fikret kadar, 19. yüzyıl Avrupa düşüncesini, aydınlanmacı düşünürleri, pozitivizm ve laiklikle ilgili eserleri de okuma fırsatı bulmuştu. Atatürk -dönemin sınırları dâhilinde- dünyaya açık bir entelektüeldi.
Erken cumhuriyetin aydınlanmacı Fransız mütefekkirlerinden, Fransız devriminden ne kadar etkilendiğini anlamak için 1920’lerin meclis zabıtlarına göz atmak yeterlidir. Eğitim sistemini laik ve bilimsel temellere oturtan Tevhid-i Tedrisat yasası doğrudan 3. Cumhuriyet Fransası’ndaki –adını dönemin eğitim bakanından alan- Jules Ferry yasalarından mülhemdir.
Kemalizmin -veya Atatürk’ün ve diğer kurucu babaların- bugüne gelen mirasının milliyetçilik ve otarşik bir devlet vizyonu olduğu esasen entelektüel bir hurafedir, liberal antikemalizmin geçmiş kurgularından biridir. Kemalizm altın çağında dünyalıydı! Atatürk devrimleri, 1923-1945 arası büyük toplumsal dönüşümler dönemin Fransa’sına, Sovyetler Birliği’ne, hatta Finlandiya’sına bakmadan anlaşılabilir mi?
Kısacası Türkiye’deki “kendineözgücülük”ün, dünyaya kapalılığın köklerini Kemalizmde aramamak gerekir. Kemalizm son tahlilde Türkiye’yi dünyalılaştırmayı hedefleyen, muasır medeniyetlere ulaşma azminde dünyalılaşmayı bulan, Türkiye’den dünyaya giden bir yol inşa etmeye çalışan bir aydınlanmacılık şubesiydi.
***
Enternasyonalizm lafzen tüm sol hareketlerin savunduğu bir ilkedir, fakat Türkiye solu olarak dünyaya hakikaten enternasyonalist bir gözle bakan bir yaklaşımı içselleştiremediğimiz açıktır. İçinde yaşadığımız, bizzat tarafı olduğumuz tartışmaları salt Türkiye’yle sınırlı görüyoruz. Oysa dünyanın bu kadar küçüldüğü bir çağda bilgisayar ekranından yağan görüntü ve yazılar bunun böyle olmadığını sürekli hatırlatıyor.
Son on senede Ortadoğu’da İhvan-ı Müslimin hareketinin yükseliş ve düşüşünü göz önünde bulundurmadan AKP’yi anlayabilir miyiz? Vladimir Putin, Victor Orban ve İlham Aliyev’in yaptıklarını dikkate almadan Recep Tayyip Erdoğan’ın hamlelerini çözümleyebilir miyiz? Hem Brüksel, Paris ve Nice’te, hem Rakka, Musul ve Sincar’da katliamlar yapan bir IŞİD gerçeği varken bu cihadist-selefi terör şebekesiyle sadece Türkiye’de uyguladığı vahşet üzerinden yaptığımız analizlerle mücadele edebilir miyiz?
Yukardaki soruların cevabı da hayır şüphesiz. Peki, biz Macaristan, Rusya politikasını ne derece biliyoruz, Belçika’nın, Fransa’nın güvenlik siyasetini ne derece tartışıyoruz. Türkiye solu olarak Ortadoğu’da laikliği, sosyal demokrasiyi, sosyalizmi savunan mahfillerle temasımız ne kadardır? Sosyalist Enternasyonal toplantıları dışında Mısır’ın, Irak’ın, Tunus’un, Cezayir’in sol partileriyle ikili ilişkilerimiz var mı? Bu ülkelerin ilerici STK’larıyla ortak projelerimiz var mı?
AKP ve İslamcılık ideolojisinin büyücek bir taşra kasabasına çevirdiği Türkiye’de sol muhalefetin bu ülkenin dünyayla ilişkisini sürdürmek konusunda yerine getirmesi gereken tarihsel bir görev vardır. Devletin çağdışı yöneticiler yüzünden toplumun gerisinde kaldığı bugünkü durumda, normalde devletin üstlenmesi gereken dünyaya açılma işini sivil -ve muhalif- toplum üstlenmek mecburiyetindedir.
Bu konuyu dikkat ve önemle ele almak hem enternasyonalist çizgiyi kuvvetlendirecek bir siyasi girişim olacaktır, hem de yeni faşizmlerin yükseldiği, adeta 1930’lara dönmüş bir dünyada enternasyonalizmi kitabi bir ilke olmaktan çıkaracak, pratiğe dökecek ve güncelleştirecektir. Daha da önemlisi dünyanın taşrasında olma psikolojisinden kurtulmamıza, dünyalılaşmamıza, yalnız olmadığımızı anlamamıza vesile olacaktır.