Avrupa’nın göbeğinde Paris’te 13 Kasım akşamı gerçekleşen ve 100’den fazla sivilin canına mal olan terör saldırısı, Suriye krizinin Avrupa kıtasındaki izdüşümleri olarak değerlendirilebilir.
Kuşkusuz, Suriye krizinin yarattığı iki küresel sorun olan mülteciler ve IŞİD terörünün vebali yalnızca Avrupalıların boynunda değil. Ancak, Suriyeli mültecileri, Türkiye ve diğer bölge ülkelerine ekonomik yardımlarla kendi sınırlarından uzakta tutarak, krizin etkilerinden kaçınma politikası yürüten Avrupalı devletler, Paris saldırısı ile bir anda “Avrupa’nın ortasının Ortadoğu’ya” dönüşebileceğini gördüler.
Ortadoğu halkları gibi “her an, her yerde ve herhangi bir örgüt tarafından katledilebilme olasılığına” alışkın olmayan Avrupalılar için bu yeni ve korku iklimini egemen kılan bir durum. IŞİD’in gerçekleştirdiği Paris katliamı, dünyanın en büyük mülteci dramlarından biri yaşanırken, küresel aktörler Suriye’nin geleceğine ilişkin çetin pazarlıkları sürdürdüler. Bu anlamda, Paris’te IŞİD’in yarattığı vahşet, hiçbir devletin Suriye iç savaşının bölgede yarattığı terör riskinden ve geçmişte izlediği politikaların sonuçlarından kaçınamayacağının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Uluslararasılaşan şiddet ve terör
Suriye krizinin yarattığı IŞİD terörünün ve Suriyeli mülteci krizinin etkilerinin Ortadoğu sınırlarını aşıp Avrupa içlerine kadar ilerlemesi, bölgedeki terör ya da “savaş” halinin “uluslararasılaşması” olarak da değerlendirilebilir. Kimilerince “Avrupa’nın 11 Eylül’ü”, “3. dünya savaşının başı” ya da “asimetrik büyük Ortadoğu savaşı” olarak tanımlanan bu durum, uluslararası ilişkiler literatüründe hangi kavramla karışık bulursa bulsun, sonuçları itibarıyla küresel siyasette büyük etkiler doğuracağı çok açık.
Uluslararası siyaset açısından Paris katliamını ele aldığımızda, IŞİD terörünün bir devletle (Fransa) ile devlet-dışı aktör (IŞİD) arasındaki mücadele olmanın ötesindeki bir duruma işaret ettiğini söyleyebiliriz. Soğuk Savaş sonrası küresel düzende, bugün karşı karşıya olduğumuz şiddet dalgasının uluslararasılaşmış hali, bildiğimiz anlamda devletler arasındaki “savaş” olarak tanımlanacak durumla örtüşmüyor. Bugün, uluslararası sistemde klasik anlamda ve yaygın şekilde devletler arasında cereyan eden bir “savaş” olduğunu söylemek olanaklı değil.
Bu çerçevede, son yıllarda tanık olduğumuz krizleri, terör olaylarını, iç savaşları, kısacası küresel düzeyde artan şiddet sarmalını, uluslararası ilişkiler literatüründe “savaş” kavramının 21. yüzyılda biçim değiştirmiş hali olarak görmek mümkün olabilir. Diğer bir deyişle, artık savaşlar devletler arasında olmaktan ziyade, daha çok egemen devletlerin sınırları dahilinde iç savaşlar şeklinde cereyan ediyor ve ulusal aktörlerden çok devlet dışı aktörler eliyle yürütülüyor. IŞİD, bu anlamda uluslararası bağlantıları olan, birden fazla ülkede eylem yapma kapasitesine sahip ve kendisine dünyanın farklı coğrafyalarından destekçi bulabilen, yeni küresel aktörler içinde küresel güvenliğe en büyük tehdidi yaratan bir yapılanma olarak değerlendirilebilir.
Devlet-dışı aktörlerin artan bu gücü ve IŞİD gibi yapıların yarattığı terör riski, küresel düzenin geleceğini giderek daha belirsiz bir hale getiriyor. İşte, uluslararası sistemin günümüzde aldığı form, dünyanın hiçbir yerinin güvenli olmadığını, sıradan insanların Avrupa’nın göbeğinde teröre hedef olabileceğini ve bu tehlikeyi bertaraf etmede, Fransa gibi büyük küresel aktörlerin dahi çaresiz kalabileceklerini, Paris saldırısıyla bize gösterdi. Bu yönüyle IŞİD’in Paris’te gerçekleştirdiği katliam, Avrupa ülkelerinin Suriye’deki “savaş” halinin etkilerinden Suriyeli mültecilere sınırlarını kapatarak kaçınamayacaklarını gösterdi şeklinde yorumlanabilir.
Küresel siyasetin gündemi : Suriyeli mülteciler ve IŞİD terörü
Avrupalı liderlerin Suriyeli mülteci krizine çözüm arayışını sürdürdüğü sırada gerçekleşen Paris saldırısından önce de, IŞİD terörü ve mülteci sorununu küresel siyasetin ana gündem maddeleri arasındaydı. Her iki konu, birbiriyle bağlantılı ve çözüme kavuşturulması oldukça güç iki küresel sorun. IŞİD terörünün ortaya çıkmasına ve küresel düzeyde giderek artan bir tehdide dönüşmesine ilişkin yapılan değerlendirmelerde iki yaklaşım öne çıkıyor. Buna göre örgüt, bir yönüyle İslam dünyasının kendi içindeki yozlaşmasının, diğer yönüyle Batı’nın Ortadoğu politikalarının bir sonucu olarak doğdu ve büyümeye devam ediyor[i].
Kendisini “İslam Devleti” olarak tanımlayan IŞİD, Suriye ve Irak’ta “devlet öncesi” bir yapılanma olarak değerlendiriliyor. Irak ve Suriye iç savaşının yarattığı güç boşluğu sonucunda ortaya çıkan ve her geçen gün artan yabancı savaşçı akını ile bölgesel ve küresel düzeyde en tehlikeli terör örgütüne dönüşen IŞİD, Selefi çizgide bir İslam anlayışını benimsiyor ve ele geçirdiği yerlerde şeriat kurallarını uygulayan bir devlet olduğunu iddia ediyor. IŞİD’i diğer radikal örgütlerden farklı ve tehlikeli kılan husus, terör ve şiddeti hedeflerine ulaşmada bir araç olarak benimsemesi ve kendisi dışındaki diğer grupları “mürtet” olarak nitelendirip öldürülmelerini hak olarak görmesi.
Avrupa’da IŞİD ve Suriyeli mültecilerin geleceği
Batılı ülkeler ve özellikle Avrupalı devletler, Suriyeli mülteciler, IŞİD ve yabancı savaşçılar sorununa ilişkin olarak ortak bir tavır almada ve küresel düzeyde aktif rol üstlenmede oldukça geciktiler. IŞİD’in “fuhuşun ve müstehcenliğin başkenti” olarak tanımladığı Paris’te gerçekleştirdiği saldırıyı “başlangıç” olarak gördüğünü ve devamının geleceğini vurgulaması, Avrupa’nın maruz kaldığı tehdit seviyesini ortaya koyuyor. Charlie Hedbo saldırısının ardından, teyakkuzda olmasına rağmen Fransa’nın 150’ye yakın sivilin katledilmesine engel olamayışı, örgütün Avrupa’daki gücüne ve örgüte yönelik bu yılın başından itibaren Avrupa’da alınan önlemlerin yetersiz kaldığına işaret ediyor. Avrupalı yabancı savaşçı akınını ve radikalleşmeyi önlemeye yönelik politikaların etkinliği, IŞİD’in Avrupa’ya oluşturduğu tehdidin seviyesini düşürebilir.
Paris saldırısının ardından Avrupalı devletlerin terörle mücadele kapsamında yeni önlemleri hayata geçirme olasılığı yüksek. Ancak, Suriyeli mülteci krizine çözüm arayışlarının nasıl bir sonuç vereceğini Avrupa kamuoyu şekillendirecek. Türkiye ve Avrupa ülkeleri arasında mülteciler konusunda anlaşma sağlanmasının beklendiği bir sırada gerçekleşen bu olay, iki taraf arasında işbirliğinin gerekliliğini tekrar teyit etse bile, bunu hayata geçirme olasılığı düşebilir. AB liderleri Paris saldırıları nedeniyle her ne kadar Suriyeli sığınmacı politikalarını Suriyeliler aleyhine olacak şekilde değiştirmeyeceklerini söyleseler de, Avrupa’da Müslümanlara yönelik tepkilerin artması kaçınılmaz görünüyor. Bu sebeple, Avrupa’da kamuoyu baskısı ve güçlenmesi muhtemel İslam karşıtı hareketler, Batılı liderlerin Suriyeliler konusunda somut olarak belirleyecekleri önlemlerin uygulanmasını güçleştirebilir.
Türkiye’nin hayati rolü
Türkiye IŞİD terörü ve mülteci sorununun hem en büyük mağduru, hem de sorunlara çözüm bulmada en kritik role sahip olan tek ülke konumunda. IŞİD’le mücadele ve Suriyeli mülteciler konularında Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyan Avrupa ülkeleri ve diğer devletler, ortak tavır alma ve işbirliği mekanizmalarını artırma yönünde çabalarını artırırken kaçınılmaz olarak Türkiye’nin yardımına muhtaçlar.
Türkiye, Suriye iç savaşı ve Suriyeli sığınmacılar sebebiyle IŞİD terörüne doğrudan ve açık şekilde hedef olan ülkelerin başında geliyor. Reyhanlı, Suruç ve Ankara garı saldırıları, iç ve dış siyasete yansımaları bakımından IŞİD terörünün Türkiye’de yarattığı tehdidin en açık göstergeleri. Son birkaç aydır örgüte yönelik yürütülen operasyonları ve yabancı savaşçıların Suriye’ye geçişini engellemeye yönelik önlemleri artırmasına karşın, Türkiye Batı kamuoyunda halen “IŞİD’e karşı işbirliği ve etkin politikalar belirlemede yeterli” bir ülke olarak görülmüyor. IŞİD’e sempati duyan ve örgüte destek veren belli seviyede kitlenin varlığı da göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin hem IŞİD hem de Suriyeli mülteciler konusunda küresel düzeyde üstleneceği rol çok daha kritik hale geliyor.
Küresel düzeyde etkin işbirliği gerekliliği
Fransa’da IŞİD’in gerçekleştirdiği terör saldırısı, Suriye iç savaşına çözüm arayışlarının hızlandırılmasının önemini; Suriyeli mültecilerin dramına sessiz kalınarak sorunun vebalinden kaçınılamayacağını; Batı’nın Ortadoğu politikalarının yıkıcı etkilerini ; IŞİD’in İslam anlayışı ile yürütülecek mücadelede Müslüman ülkelere büyük bir sorumluluk düştüğünü; bölgede ve Batıda yükselen radikalleşme eğilimini ve artan İslamafobi ile terör tehdidi gibi pek çok ve birbiriyle bağlantılı meseleyi bize tekrar hatırlattı.
Örgütle mücadele kapsamında küresel düzeyde 2014 ve 2015 yıllarında alınan önlemlerin etkili sonuçlar doğurmadığı saldırının boyutuyla daha açık şekilde görüldü. Askeri operasyonlara ağırlık verilmesi ve sorunun ideolojik boyutunun çoğu zaman göz ardı edilmesinin bunda büyük payı var.
IŞİD’in gücü, hedefleri, taktikleri, faaliyetleri ve İslam anlayışı konusunda yapılan araştırma ve analizlerde üzerinde mutabık kalınan en önemli husus, küresel düzeyde işbirliğini esas alan ortak bir tavır almadan ve ideolojik düzeyde bir mücadele yürütmeden, sadece askeri operasyonlarla örgütün kuruluşuna zemin hazırlayan zihniyetin bertaraf edilemeyeceği.
IŞİD gibi terör örgütlerini destekleyen siyasi ve sosyal bir tabanı varlığını göz önüne alarak ve radikalleşme riskine karşı uzun vadede stratejileri esas alan çözüm önerileri geliştirmenin gerekliliği, Batılı ve diğer küresel aktörler tarafından da kabul ediliyor. Bununla birlikte, küresel düzeyde mülteci sorununa karşı ortak bir çözüm bulmak, IŞİD’le mücadelede etkin işbirliği mekanizmaları geliştirmek, büyük güçlerin tümünün Suriye üzerinde çetin pazarlıklarını sürdürdüğü bir dönemde oldukça güç görünüyor. Bu yönüyle Paris saldırısı, Suriyeli mülteci sorunu ve IŞİD terörüne, kısa vadede kalıcı ve etkin politikalar geliştirmenin zorluğuna işaret ediyor.
[i] Bu konuda daha kapsamlı bir yazı: IŞİD ve Yabancı Savaşçılarla Mücadelede AB ve Türkiye’nin Tutumu, http://researchturkey.org/tr/author/derya_kap/
Bu sorun politik yaklasim ve hudutlari belli devletler arasi yardimlasmalar ile hallolacak gibi gorunmuyor. Zira ISID e karsi alinacak onlemlerin musterek bir oyun sahasi yok. Bunu bir cok yerde belirmis ve giderek yayilan bir salgin hastalik seklinde dusunmek gerekiyor. Boyle olunca da bu durumda da WHO (Dunya Saglik Teskilati) nin hudut tanimayan salgin hastaliklarla mucadele icin kullandigi metodlarin uygulanmasi belki uygun bir yol acabilir ve salgin giderek onlenebilir. Boyle hallerde her ulke ayni hassasiyeti gosterebiliyor ve salgin hastalikla mucadelede bir ortak tutum alinabiliyot. Tabii bu onumuzdeki konuda ISID i bir ulke gibi degil bir bulasici hastalik seklinde dusunmek gerek. Yani bu tip teskilatlanma tecrubesi olan uzmanlara muracaat faydali olabilir. Yani icinde bulunulan durum alisilmis politik veya silahli yollarla cozulecek bir durum degil.