16 Nisan’da bir karar vereceğiz
Gençlere heyecan ve umut dolu bir gelecek, yaşlılara huzur ve güven içinde yaşayabilecekleri bir ortam, dünyaya bilim ve kültür alanlarında iz bırakacak eşsiz bir katkı ve genel olarak hepimize umut ve mutlulukla bezenmiş bir hayat sunmaya çaba sarf etmek yerine, ülkemizin karar vericileri çıkış noktası ve sonuçları belirsizlikle dolu bir halk oylamasında karar kıldı. 16 Nisan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak bizlerden, öngörülebilir gelecekte nasıl yönetileceğimize karar vermemiz isteniyor.
Halk oylamasına kadar farklı kanallarda sayısız içerik çıkacak karşımıza; farklı kelimelerle ve çeşitli tonlarda bizi “evet” veya “hayır” demeye ikna etmeye çalışacak hepsi.
Bu yazı onlardan biri değil; “hayır” diyecek olmanızı ummakla birlikte, tercihiniz etkilemek değil amacım. Büyük ihtimalle neye oy vereceği çoktan belli, siyasi görüşü kemikleşmiş %80’e yakın seçmenden birisiniz. Ama seçim gününe giden süreçte ne yap(m)ıyor olduğunuz, dolayısıyla 17 Nisan sabahına nasıl bir ülkede uyanacağımızdaki rolünüz benim için çok önemli.
Her şeye rağmen devam eden hayatlar
Bu yazıyı işe giderken serviste ya da otobüste, bir öğün sonrası evinizde ya da kısa bir mola verdiğiniz bir an çalışma masanızda okuyor olabilirsiniz. Ya da belki de haberlerde geçen bir alt yazıya hırslandığınızda elinizi telefonunuza attınız ve sosyal medyada bir ışık arıyorsunuz; bilemedin yakın bir arkadaşınız Facebook’ta paylaştı ve uzun/sıkıcı olma riskine karşı bir an gözünüzü karartıp giriştiniz okumaya. Hayatlarımız, o çok el üstünde tutulan “profesyonellik” gereğince hiçbir şey olmamışçasına devam ederken karşınıza çıkmış ve tam içinizdeki anlam veremediğiniz huzursuzluğu geçiştirmeye çalıştığınız bir anda yaranıza tuz basıyor olabilirim.
Amacım tam da bu…
Bu topraklarda hayat kurmaya, kök salmaya karar vermiş ve bu ülkenin geleceğini bizden sonra geleceklerden borç almış bizlerin, yıllardır hiçbir şey olmuyormuş ve o gelecek elimizden usul usul bir vahşilikle alınmıyormuş gibi davranma lüksü yok artık.
Bu olağanüstü ortamda, hayatı her şeye rağmen olduğu gibi devam ettirmek bir meziyet değil; bilakis bir zafiyet.
Gerçekten elimizde olanlar, ve elimizde sandıklarımız
Her yeni güne, geçmişin bonkör mirası ve hayatı keyifle yaşamamızın önkoşulu olan bir dizi hisle uyanıyoruz. İlk yakın gazeteci dostumuzun sabaha karşı kapısı çalınana kadar yaşadığımız kendinden emin özgürlük hissi; 20 yıllık lise arkadaşınızın evlenme kararını kutlamak için yemek yediğiniz mekan basılana kadar içimizi ısıtan güvenlik hissi; 18 yaşındaki bir genç göz yaşlarıyla bu ülkede bir gelecek göremediğini haykırana kadar varlığına inandığımız umut ve beklenti hissi ve hayatın devam etmesi için hayati önem taşıdığı kadar pamuk ipliğine bağlı olan daha nice hissiyatlarımız…
Şehirlerde yaşamak iç güdülerimizi neredeyse tamamen yok etmiş olsa da, ara ara hepimiz bir şeylerin yolunda olmadığını hissediyoruz. Özgürlüğü aradığımız her an gerçekliğini sorguladığımızı, güvenlik hissine sarıldığımız her an tedirginliğin kendini hatırlattığını, umuda en çok ihtiyaç duyduğumuzda “ama”ların, şartların ve koşulların sahneye çıktığını biliyorum. Aynı anları ben de, sıklıkla ve hiç beklenmedik zamanlarda yaşıyorum.
Çocuklarımızı renkli ve güçlü bireyler olarak yetiştirme çabamızın karşısına duvar gibi dikilen, bilim değil inanç, birey değil tebaa esaslı milli eğitim politikası; demokratik rejimlerde siyasi başarısızlıkların doğal sonucu olan iktidar değişikliğine olan masumane inancımızı törpüleyen, içi boşaltılan her devlet kurumuyla birlikte yok olan denge ve denetleme mekanizmaları; umut etmeye, hayal kurmaya her cesaret ettiğimizde karşımızda beliren, değersizlik, öfke ve ötekileştirme söylemleri ile bezenmiş muktedir siyaset dili..
Farkındalık bir lüks olduğu kadar bir sorumluluk
Bu noktada, Türkiye’nin kaynaklarından farklı şekillerde faydalanarak kendini geliştirmiş, ortalamanın çok üzerinde maddi/manevi birikim sağlamış, ülkemizi kimliklere kısılmış aidiyet hissinden bağımsız gerçekçi bir pencereden değerlendirme noktasına gelmiş herkese sorumluluk düşüyor.
Eleştirmek, yapılanı yeterli bulmamak, kurulu düzeni ve siyasi partileri yerden yere vurmak ya da ülkenin kurucu liderlerinin ve onların temsil ettiği değerlerin yaptığı eksikleri paylaşmak “özgürlüğü ve cesaretini” göstermek çok az şey ifade ediyor artık. Birey olduğumuz için sorguluyoruz, en doğal hakkımız; ancak analiz etmenin paralizinden kurtulmamız şart.
Türkiye’de karanlığın hakim olması için gerekli olan tek şey, aydınlığa inanan bizlerin ürkek sessizliği ve kabul edilemez umursamazlığı.
Bugün sessiz kalmak için riskleri ve sebepleri sıraladığımızda upuzun bir liste çıkıyor karşımıza. Baskının türevi korkularımızla, yılların siyasi yenilmişliğiyle, azınlık – hatta yalnız – olmanın endişesine bezenmiş, gerçekçi bir liste.
Ama eminim ki, gerçekten inandığınız bir umuda doğru yürümeye karar verirsek, o listenin her satırını en sevdiğiniz kalemimizle tek tek çizer ve yürürüz, doğru değil mi?
Peki, aydınlık ve özgür bir ülkede yaşama hakkına sımsıkı sarılma ihtiyacı, hele hele yarın çok geç olacağını bu kadar net görebildiğimiz bir günde, gerçekten inanmaya ve o kalemi elimize almaya değmiyor/yetmiyor mu gerçekten?
“Nasıl”ı her yanımızda
Bu yazıyı “nasıl” işin parçası olabileceğinize dair bir listeyle bitirebilirdim. Ama uzun zamandır ilk defa bana çok umut veren bir gerçek var ki, onlarca grup, on binlerce insan, Türkiye’de umudu yeşertmek için bağımsız irili ufaklı çalışmalar yapıyor.
Niyetiniz varsa çevrenize bakmanız, ilk soruyu sormanız yeterli: “Ben nasıl katkı sağlayabilirim?” diye sorduğunuzda, parçası olabileceğiniz çalışmanın en fazla bir kişi uzakta olduğunu göreceksiniz. Ve emin olun, bu yakınlığı hissetmek, birlikte değiştirebilme gücünün tadına varmak geri dönüşü olmayan bir dizginleri eline alma sürecine kapı açacak.
Gümüş kurşun olmaması, “Hayır”’ın güzelliği
#Hayır çalışmalarının gümüş bir kurşunu yok: hiç bir kişi veya organizasyon tek başına #hayır’ı sırtlanmıyor, hiç bir çözüm tek başına istediğimiz sonucun çıkmasını sağlamayacak. İşte #Hayır’ın güzelliği de burada: toplumsal bir refleks, müdahaleye, yönlendirmeye ve ittirmeye ihtiyaç duymayan bir taban hareketi.
Tek akla karşı ortak aklı, tek renge karşı çok renkliliği, kavga diline karşı bir arada yaşamı ve barışı koyan bir birlik çağrısı.
Bu çağrıya kayıtsız kalmak, elimizde bunca fark yaratacak kaynak varken hayatın “hiçbir şey olmamışçasına” devam etmesine göz yummak, özgür bir gelecekten aldığımız yaşam borcuna saygısızlık/ihanet değil mi?
Masayı silme sorumluluğu
Hayatım boyunca yemeklerden sonra masayı silmeyi sevmedim, oysa her yeni öğüne tertemiz bir masada oturmak ne büyük keyifti! Ancak yıllar sonra o masayı ben silmediğimde mutlaka ailemden birinin bu sorumluluğu sırtlanması gerektiğini özümseyebildim.
Türkiye bir gün daha iyi bir yer olursa/olduğunda bunun keyfini hep birlikte süreceğiz. Ama bu süreçte kenara çekilip beklemek, her türlü kaynağa ve fark yaratma yetisine rağmen bir seyirci olarak kalmak ve başkalarının – çoğu zaman çok daha kısıtlı kaynaklara sahip olmalarına ve daha büyük riskler alıyor olmalarına rağmen – her seferinde “masayı silmelerine” müsaade etmek, ne kadar doğru?