2016 yılı hem Türkiye hem de dünya için çalkantılarla dolu bir yıl olarak geride kaldı. Ancak 2016’yı diğer yıllardan farklı kılan en önemli özelliği söz konusu çalkantıların münferit olayların ötesine geçip, dünya genelinde İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ekonomik ve siyasi sistemin temel taşlarının yerinden oynamaya başladığının görülmesiydi.
Suriye krizi ve krizin yarattığı göç etkisine karşı başta Doğu Avrupa olmak üzere, Almanya hariç Avrupa Birliği’nin genel tavrı ve yine göçmen krizi ile doğrudan ilişkili olarak artan terör saldırıları yılın önemli gündem konularıydı. 2016 Haziran ayında İngiltere’nin AB’den çıkma yönündeki oyu (Brexit) ise değerler bağlamında daha kapsamlı sorunlara işaret etti. Bu sorunlar, genel bir ifadeyle, artan yabancı göç, düşen gümrük vergileri ve yaygınlaşan otomasyon gibi nedenlerle işini kaybeden, siyasi tartışmaları kendisine uzak, siyasileri ‘elitist’ gören, kısaca küreselleşmenin dışında kalmış olan seçmenlerin, küreselleşmeye karşı tepkisi olarak görüldü.
Donald Trump’ın benzer nitelikteki seçmenlerin oyları ile ABD’nin 45’inci başkanı seçilmesi, 2016 yılında Brexit’ten daha da önemli bir gelişme olarak kayda geçti. Bunun en önemli nedeni, ABD’nin 1945 sonrası kurulan sistemin başat aktörü olmasıydı. ABD, bu liderlik rolünü, çift kutuplu Soğuk Savaş döneminde müttefiklerini Sovyetler Birliği ve komunizm tehdidine karşı öncelikle güvenlik politikası temelinde bir araya getirerek yürütmüştü. Soğuk Savaş sonrası dönemde, ABD’nin liderlik rolündeki temel yapıtaşları ise demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisi gibi neoliberal değerler ve bu değerlerin küresel ölçeğe yayılması hedefi olmuştu. Trump’ı diğer başkanlardan ayıran en keskin özelliği ise, ABD’nin bundan böyle üçüncü ülkeler ile ilişkilerini söz konusu değerler temelinde değil, salt çıkarlar zemininde yürüteceğinin sinyallerini vermesi oldu. Bu durum, küresel anlamda eksen kayması tartışmalarını ve değerler temelinden uzaklaşacak yeni dünya düzeninin başına buyruk aktörleri (devlet veya devlet-dışı) güçlendireceği endişelerini beraberinde getirdi. Bu noktada, dünyanın birçok bölgesindeki mevcut otoriter rejimlerin Trump’ın seçilmesini memnuniyetle karşılarken, örneğin Merkel’in kutlama mesajında yukarıda bahsi geçen değerlere vurgu yaptığını da özellikle belirtmek gerekiyor. Esasen, Trump’ın, ABD tarafından bugüne kadar savunulan değerlere karşı duran en önemli aktörlerden olan Rusya ve Putin’e karşı takındığı sıradışı olumlu tavır, ABD’nin günümüzde yürüttüğü küresel ölçekli politikaların meşruiyetinin sorgulanması tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Söz konusu tehlike şüphesiz başta ABD olmak üzere, daha genel tanımı ile ‘Batı’ dünyasındaki mevcut ana akım düşünürleri de endişeye sürüklemektedir.
2017 yılının bu gelişmeler temelinde değişmekte olan dünya düzeninin damga vuracağı bir yıl olması beklenmektedir. Değişim/dönüşüm zaman alan, kazananları ile birlikte kaybedenleri de olan, sancılı bir süreçtir ve bu sürecin 2017 yılı ile sınırlı kalmayacağını söylemek şimdiden mümkündür. Bu süreçte, ülkemizin hangi tarafta yer alacağına ilişkin öngörülerde bulunabilmek için ise önümüzdeki dönemde Türk dış politikasını nelerin beklediği sorusu ayrı bir öneme sahiptir. 1952 yılından bu yana devam eden NATO üyeliğimiz, 1963 yılından bu yana devam eden AB ile ilişkiler ve, inişleri ve çıkışları olmakla birlikte, Türkiye’nin genel dış politika tercihleri bağlamında Batı dünyasıyla paralel duruşu, Türk dış politikasının belirlenmesinde Türk-Amerikan ilişkilerini en önemli parametrelerden biri haline getirmektedir. Bu çerçevede, 2017 yılının gerek genel dış politika başlıklarımız gerekse Türk-Amerikan ilişkilerinde daha büyük belirsizlikler ve tehditlere gebe olduğunu peşinen söyleyelim. Neden sorusunu ise aşağıda cevaplamaya çalışalım.
Ülkemizin genel dış politika tercihleri bağlamında yukarıda bahsedilen küresel ölçekli dönüşüme ilave olarak, münferit politika alanlarında 2017 yılında Türk-Amerikan ilişkilerindeki ana gündem konuları Türkiye açısından Gülen’in iadesi ve Suriye başlıklarına odaklanmaktadır. Amerika’nın bölgesel dış politikası çerçevesinde ise bu başlıklara Rusya, İran, İsrail, ve İslamofobi konularını eklemek mümkündür.
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin en önemli önceliği olan Gülen’in iadesi konusunda 20 Ocak’ta göreve başlayacak Trump yönetiminin bakış açısının Obama yönetimine göre daha olumlu olması mümkündür. Bunun altında yatan en önemli neden, yukarıda da bahsedildiği gibi Trump’ın insan hakları, adil yargılanma, hukukun üstünlüğü gibi değerler temelinde değil, güncel çıkarlar temelinde Gülen’in iadesi karşılığında Türkiye’den ne alabileceği (IŞİD’e karşı daha etkin mücadele, İran ile ilişkileri yeniden gözden geçirme, vs.) gibi bir yaklaşım sergileyecek olması beklentisidir. Bununla birlikte, Trump’ın seçim kampanyası döneminde söylem temelinde bile 24 saat içerisinde tamamen zıt tutumlar alabilmesi, yeni ABD Başkanı’nın ne kadar güvenilir bir müzakere ortağı olduğu konusunda soru işaretlerini de beraberinde getirmektedir. Bu durum, kapalı kapılar arkasında verilen sözlerin değişen şartlar durumunda uygulamaya geçtiğinde tutulmadığı ve dolayısı ile karşılıklı güven bunalımını zirveye ulaştırdığı bir senaryoyu ihtimaller arasına almayı gerektirir.
Yine seçim söylemlerine bakıldığında, Suriye politikası konusunda Trump’ın en önemli önceliğinin IŞİD’in ortadan kaldırılması olduğu anlaşılmakta ve bunun için, Obama yönetiminden farklı olarak, gerekirse doğrudan askeri müdahaleyi de ihtimaller arasında tuttuğu bilinmektedir. ABD’nin olası bir doğrudan müdahale durumunda bölgedeki en etkin/aktif güç olarak gördüğü PYD ile olası ortaklığının, Türkiye’nin bölgedeki ana önceliğinin PYD’ye karşı mücadele olduğu dikkate alındığında rahatsızlık yaratacağı beklenmektedir. Bu durumda, Türkiye’nin IŞİD ile mücadelede PYD’ye alternatif olarak daha aktif bir rol oynaması mümkündür. Bununla birlikte, gerek mevcut Türk-Rus ilişkileri gerekse Türkiye’yi Suriye bataklığına daha da çok çekeceği düşünüldüğünde böyle bir tercihin Türkiye için ne kadar olumlu sonuçlar doğuracağı önemli sorular olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu tercihin yapılmaması durumunda ise salt çıkarlar temelinde hareket edeceği düşünülen Trump yönetiminin, IŞİD ile daha aktif mücadele karşılığında Türkiye’nin taleplerine nasıl yanıt vereceği sorusu daha da çetrefilli bir hal alacaktır.
Bu noktada Rusya’ya da özel bir vurgu yapılması gerekmektedir. Suriye konusunda tarafların mevcut pozisyonu dikkate alındığında, Trump’ın Rusya’ya karşı olumlu tutumunun en önemli testini bu cephede vereceği düşünülmektedir. Nitekim, Suriye’de mevcut Türk-Rus ürünü ateşkesin devam etmesi ve Kazakistan’da yapılması planlanan barış görüşmelerinin olumlu sonuçlanması durumunda ABD için en önemli konu Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olup olmama konusudur. Trump’ın seçim kampanyası döneminde üçüncü ülkelerin işlerine karışmama yönündeki tavrı devam ederse, barış görüşmelerinin olumlu sonuçlanması neticesinde IŞİD, ve diğer radikal İslamcı örgütler, ABD ve Rusya için ortak hedef haline gelebilir. Aksi durumda ise bölgede yeni bir kaos beklemek sıradışı olmayacaktır. Öte yandan, böylesi bir senaryoda, Türkiye’nin PYD ile mücadele önceliğinin gerek Türk-Amerikan gerekse Türk-Rus ilişkileri üzerine nasıl bir etkisi olacağı ve bu mücadelede Türkiye’nin Suriye’de işbirliği yaptığı
Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) gibi grupların ABD ve Rusya tarafından yukarıda sözü edilen ‘radikal İslamcılar’ olarak sınıflandırılıp sınıflandırılmayacağı bir diğer önemli konudur.
Trump, seçim kampanyası döneminde İran’ın nükleer programına yönelik olarak İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve AB arasında imzalanan anlaşmanın feshedileceği sözünü vermişti. Bu sözün gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği henüz bilinmemekle birlikte, Trump yönetiminin İran konusunda Obama yönetimine göre daha şahin bir tavır takınacağını beklemek gerçekçi olacaktır. Bu durumda, Türkiye ile İran arasındaki ekonomik yakınlaşmanın Trump yönetimince dikkatle izleneceği düşünülmekte ve iki ülke ilişkileri açısından hassas bir konu olması beklenmektedir. Türkiye’nin özellikle İran ile mali ilişkileri açısından Uluslararası Mali Eylem Görev Gücü’nün (FATF) kara para aklama ve terörizmin finansmanının engellenmesine yönelik girişimleri bağlamında 2014 yılına kadar gözlem altında bulunan ülkeler listesinde olduğu göz önüne alındığında, Türk-İran ilişkilerinin ABD ile ilişkilerde yeniden bir gerginlik konusu olması mümkündür.
Trump’ın, seçim söylemlerinde İsrail’e koşulsuz destek verdiği, İsrail’e Büyükelçi olarak atayacağı David M. Freedman’ın gerek Filistin konusunda iki devletli çözüme karşı, gerekse ABD’nin İsrail Büyükelçiliği’ni Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma taraftarı olduğu bilinmektedir. Büyükelçiliğin Kudüs’e taşınmasının BM Güvenlik Konseyinin İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgalini kınayan kararına (UNSCR 478) da aykırı olacağı dikkate alındığında, İsrail konusunun Türkiye’nin mevcut İsrail-Filistin politikası çerçevesinde Türk-Amerikan ilişkilerinde bir başka problemli alan olması beklenmektedir. Öte yandan, Trump’ın İslamofobik söylemleri ve ABD’ye girişte özellikle Müslümanlara yönelik ayrımcılık önerileri lle ülkemizdeki mevcut yönetimin din ve mezhep temelli dış politika tercihleri dikkate alındığında söz konusu alanin da Türk-ABD ilişkileri açısından sorunlu bir alan olacağını öngörmek yanlış olmayacaktır.
Nihayet, iç politika bağlamında, Türkiye’de devam eden tartışmalı anayasa değikiliği görüşmeleri, ekonomik çalkantı, güvenlik tehditleri ve toplumsal kutuplaşmanın gerek yukarıda bahsedilen genel dünya düzenindeki değişiklikler gerekse Türk-Amerikan ilişklerindeki politika başlıkları çerçevesinde son derece önemli bir rol oynayacağı aşikar. Trump döneminde ABD’nin temel olarak kamu harcamalarını artıran ve vergileri düşüren genişleyici ekonomi poltikaları uygulayacağı bilinmekte. 18.5 trilyon dolarlık ekonomisi (Türkiye 0.85 trilyon dolar), 4 trilyon dolarlık dış ticaret hacmi (Türkiye 0.34 trilyon dolar) ve dünyanın rezerv para birimi olan Dolar’ı basma gücüne sahip olan ABD’nin ekonomik politikalarının dünya ekonomisine yön verdiği de herkesin malumu. Bu durumda, ülkemiz, 2017 yılında Rusya, Brezilya, Meksika, Güney Afrika ve Endonezya gibi diğer gelişme yolundaki ülkeleri bekleyen küresel ekonomik risklere ilave olarak yukarıda sayılan siyasi riskleri de sürdürmeye devam ettiği sürece, 2017 yılından ne kadar kazançlı çıkarsak değil de, bu yılı ne kadar az hasarla atlatırsak o kadar iyi olur diye düşünmek daha doğru olacaktır. En azından kendi kontrolümüzde olan alanları doğru yönetebilmek ümidiyle.
Resmedilen tablo urkutucu ama onun icinde problemleri, onlarin cozumune goturecek ip uclari da verilmis. Tarih ders alinacak pek cok sahneleri icerse de ondan sadece bir genel ogreti olarak insanligin zaman zaman gercek ve yapay karanlik devirlerden gectigini bize anlatacaktir. Ancak dunyamizin ve hatta evrenin insanc tarafindan doymak bilmez bir aclik ve bilincsizce kullanilmasinda bu kadar bataga saplanilmadigi ve de insan nufusu bu derecelere hic varmadigi icin ders alinacak bir ornek de yok. Simdi bilerek veya bilmeyerek insanlar arasinda dayanisma yerine rekabet ile yok olmaya dogru veya bir yeni karanlik devreye girmeye dogru bir hizli batis oladuruyor. En eski insanlik yerleskelerinden biri olan ve pek cok uygarliklarin cikip- battigi yer olarak Anadolu buna gercek be gunumuz icin sanal olarak cok guzel bir ornek. Uzun bir karanlik cagdan sonra bu bolgede M.O 6-5 inci asirda Bati Anadoluda beliren (Tales ve Anaximandros ve onlar gibi benzeri filosof-vizyoner) gibi dusunurler sayesinde bir uyanis goruyoruz. Yakin tarihimizde bu hizmeti -farkedilmezse- derin mesajli sanatkarlar vereduruyor. Onlara kulak verelim. Belki yeniden dogus insana ve dogaya donuk bir aydinlanma ile olacak. Simdi gecmisten degil gelecekten ogrenmemiz gerekecek. Bunu da en anlamli olarak sanat ve onun icinde sakli gizemden ve vizyonerlerden ogrenecegiz.