Faşizmin iki sacayağı var: korku ve şiddet, ikisi de birbirinden beslenir. Şiddet korkuyu artırırken, sistem yaygın şiddet uygulayarak korkunun önüne geçmeye çalışır. Korkmak doğal, insan evriminin geçmiş dönemlerinden bu güne kadar gelen kanıksanmış bir güdü. Neden korkarız sorusunun yanıtları muhtelif olsa da benim aklıma en çok yatanı hayatta kalmaya yaradığı için korkmamız. Bireyler ve toplumlar genelde belirsizliklerden, belirsizliklerin beraberinde getirdiği kaygıdan korkarlar. Devlet kurumunun ortaya çıkmasının en temel nedenlerinden biri de toplumların belirsizlik kaygısını tüm şiddeti kendi bünyesinde toplayarak gidermesi. Ne var ki tarih boyunca devletlerin şiddetin ölçüsünü kaçırdığı ve hesapsızca kullandığı süreçler hep olagelmiş. Faşist devlet için şiddet gündelik yaşamın en ücra noktasına kadar ihtiva etmeli yurttaşı korkuyla terbiye etmelidir.
Şiddetin çeşitleri üzerine uzun uzadıya tanımlara girmeye gerek yok. Ben barış kuramcısı Johann Galtung’un geliştirdiği şiddetin üç temel tanımını benimsiyorum. Galtung şiddetin doğrudan, yapısal ve kültürel olarak üç farklı boyutu olduğundan bahsediyor. Doğrudan şiddet dediğimiz görülebilen, nesne ve öznesi belli olan şiddet turu. Terör saldırıları, polis şiddeti, okul içindeki şiddet, fiziksel taciz doğrudan şiddet tanımının içine giriyor. İkinci şiddet türü ise yapısal şiddet adını verdiğimiz, daha az görünen şiddet biçimi. Yapısal şiddet toplumun belirli kesimlerinin devletin sunduğu hizmetlere erişiminin kimlik ve aidiyetleri nedeniyle sınırlı olması durumu. Türkiye’de yüzyıllardır iktidarın dışındakilere yönelik yapısal şiddet yeni bir şey olmasa da 14 yıllık AKP iktidarı kendi ötekilerini yaratırken yapısal şiddetin odağına da yeni muhalif kesimleri koydu. Türkiye’nin geleneksel ötekileri olan solcular, Kürtler, Alevilerin ve kadınların yanına şimdilerde hükümet karşıtı liberaller, Gülen Hareketi, barış yanlıları ve çevreciler de eklenmiş durumda.
Üçüncü çeşit şiddetse kültürel şiddet adını verdiğimiz doğrudan ve yapısal şiddeti bireye sorgulatmadan onaylatan söylemsel şiddet. Kültürel şiddet genelde televizyondaki Türk dizilerindeki farklı kimlik gruplarına ait kimselerin temsil biçiminden kullanılan ayrımcı dile, spordaki cinsiyetçilikten aşırı milliyetçiliğe kadar uzanan söylem biçimlerini içeriyor. Spordan sanata, sanattan politikaya, söylemden eyleme kadar uzanan kültürel şiddet faşist devlet aygıtı için bulunmaz bir nimettir. Dikkat ederseniz Türkiye’nin Haziran seçimlerden sonra içine girdiği şiddet sarmalının gündelik yaşamda neredeyse olağan bir hale gelmesi biraz da neredeyse tamamı hükümet kontrolü altına giren medya kanalları sayesinde. Kültürel şiddeti sürekli olarak üreten yandaş ve zorunlu yandaş merkez medya güneydoğuda yaşamını yitiren sivillerden hiç bahsetmezken, canlarından olan güvenlik görevlilerin cenazelerinden rahatlıkla şiddet rejiminin daha da yayılması için pay çıkarabiliyor. Korku ve endişe halini sürekli tutarak ülkede faşizmin yerleşmesini amaçlıyor.
Asıl mesele korkunun karşısına şiddet yerine barışı koyabilmekte. Barış istemini açıkçı dile getiren akademisyenlerin cezaevlerinde tutulmaları, gerçek peşinde koşan gazetecilerin yargılanmaları bu nedenle hiç şaşırtmıyor. Eğer toplumun demokrat kesimleri birlik olabilirse korkuyu barışla engelleyebilir, şiddeti durdurabiliriz gibi geliyor.
Toplumun demokratik kesimleri tabii ki vardir ama neredeler??