Kürt sorunu, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, Cumhuriyet’in kurucu zihniyetinin ulus – devlet modeli tercihlerine paralel bir şekilde ortaya çıkan, farklı zaman aralıklarındaki isyanlarla gelişen ve PKK ile en yüksek yoğunluklu düzeyine ulaşan bir sorun. Bu yazının derdi, Türkiye’nin Kürt sorununa sosyal demokrat perspektiften, somut çözüm önerileri içeren kapsamlı bir yanıt üretmektir. Sosyal demokratların / özgürlükçü sosyalistlerin, Kürt sorunu ile ilgili sorulara çoğu kez, “çoğulculuk, demokratikleşme, özgürlük..” terimleriyle karşılık verdiği fakat bunun “nasıl” olacağını sorusunu genelde yanıtsız bıraktığı gerçeği, bu satırlar yazarını bu yazıyı kaleme almaya itmiştir. Sosyal demokrat bir siyaset perspektifi, Kürt sorunun çözümüne ilişkin somut olarak neler önermelidir? Önce, meselenin arka planını anımsayalım.
Kürt sorununun bir özgürleşme sorunu mu olduğu, yoksa milliyetçi karakterli bir başkaldırı mı olduğu sorusu, gerek politik, gerekse entelektüel çevrelerde sıkça tartışılan, fakat genelde yanıtı havada kalan bir soru(n)dur. Tarihsel olarak bakıldığında, Türk modernleşmesinin 20.yy’daki seyrinin, Balkan Savaşları’nın ardından “tek millet” anlayışına kaydığını görmek mümkün. Sınırların, “doğal vatan – son yurt” Anadolu’ya dayanması, hakimiyet altındaki farklı etnik unsurların hemen hepsinin bir şekilde bağımsızlığını kazanması, Balkan Savaşları’na dek sürdürülebileceği varsayılan “çok milletli Osmanlı” sisteminin artık işlerliğinin mümkün olmadığı düşüncesini öne çıkardı. Kabaca ifade edecek olursak, 1908’de iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) liderliğine göre, artık doğal sınırlarına çekilmiş olan ülkenin varlığını koruması, türdeş bir ulus – devlet yaratılmasıyla mümkündü ki, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin ve diğer etnik/dinsel grupların yaşadığı Anadolu’nun yeniden Türkleştirilmesi, İTC planlarının temel motivasyonunu oluşturuyordu.
Kürt sorunu, esasen bize 20.yy başlarından miras kalan, yaklaşık 100 yıl önceki siyasal elitlerin haklı olarak sorun haline getirdiği “Ülkeyi nasıl bir arada tutarız?” sorusuna karşılık demokratik yanıtlar üretilememesiyle bugünlere devrolunmuş bir sorundur. Cumhuriyet’i kuran kadrolar, İTC liderliğinin benimsediği “yeniden Türkleştirerek ülkenin bütünlüğünü garantiye alma” tercihiyle, kamusal alanı “Türk” olmayan tüm unsurlara kapalı hale getirdiler. Kişinin ırksal kökeninden bağımsız olarak, bireysel benliğini “Türk” olarak tanımlamayan tüm bireysel ve kolektif unsurlar, kamusal alanın dışında bırakıldılar.
Bu haliyle Kürt sorunu, özünde bir kimlik sorunudur ve etnik bir kimliğin kamusallaşabilme, kendini gerçekleştirebilme kanallarının açılması çabasının tartışılmasıdır, yaklaşık 100 yıla yakındır ortada olan bir kamusallaşma meselesidir. Meselenin son 30 yılı, düşük yoğunluklu iç savaş süreci ile geçmiştir.
Çağdaş sosyal demokrasi, toplumdaki her türlü farklılığı bir zenginlik olarak değil, canlı bir varlık olarak toplumun ve onu meydana getiren bireylerin olağan niteliği olarak kabul eder. Çağdaş sosyal demokrasi, çoğulculuğun, açık bir toplumun ve demokratik ideallerin garantisi olduğunu savunur, özgürlükler savunusunun çoğulculuk olmaksızın temellendirilemeyeceğini benimser. O halde Türkiye’nin Kürt sorunu, sosyal demokratlar açısından kuramın pratiğe tatbiki sınavı haline gelmektedir ve tam da bu yüzden sosyal demokratlar için öze ilişkin bir imtihandır.
Kürt sorunu ile ilgili önerilerim, çözüme dönük, net, somut ve “nasıl” sorusuna yanıt vermeyi amaçlar nitelikte olacak. Anımsatmak isterim ki aktif siyaset ve siyasal kuramlar, yüksek soyutlamalar eşliğinde entelektüel düzeyi yüksek çıkarımları amaç olarak değil araç olarak görmelidir, nitekim siyasetin pratik ve entelektüel olarak amacı, bizzat kaynaklandığı toplumsal/bireysel olgulara ilişkin çözümler üretmektir.
ÇÖZÜM, PEKİ NASIL?
1. Anayasa’da Yapılacak Değişiklikler:
Anayasa’nın giriş kısmı ile vatandaşlık tanımın yer aldığı bölümün düzenlenmesi şart. Anayasa’nın giriş kısmında ülkenin etnik, dinsel ve düşünsel çeşitliliğine vurgu yapılmalı, toplumu türdeş ve kaynaşmış bir bütün olarak betimleyen otoriter zihniyet temelli ifadeler ayıklanmalı, herhangi bir etnik veya dinsel grubun ismi zikredilmeden, “Türkiye coğrafyası” kavramı bir ortak zemin olarak benimsenmeli, çoğulculuğun anayasayı, toplumu ve nihayet devleti var eden bir gerçeklik olduğu belirtilmeli.
Vatandaşlık tanımı ile ilgili iki opsiyon söz konusu olabilir: İlk önerim, yurttaşın, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” temelinde tanımlanacağı, herhangi bir etnik vurgunun bulunmayacağı ve yine çoğulcuğa vurgu yapacak olan bir vatadanşlık tanımı. İkinci önerimse, anayasada herhangi bir vatandaşlık tanımının bulunmaması, bunun yerine, devletin “vatandaş” kavramından ne anladığının giriş kısmında, ilk paragraftaki haliyle ifade edilmesi. Bu anlamda, ilk önerinin daha makul ve tercih edilir olduğunu vurgulamak gerekir; nitekim çoğulculuğa vurgu ne kadar güçlü olursa, anayasanın demokratik niteliği o kadar artacaktır.
2. Seçim Kanunu’nda Yapılacak Değişiklikler:
12 Eylül rejiminin Türkiye’ye getirdiği en önemli geri adımlardan bir tanesi, %10 ulusal barajıdır. Genel seçimlerde uygulanan ulusal barajın en önemli mağduru, şüphesiz, Kürt hareketinin uzantısı olan siyasi partiler olmakta, ağırlıkla, %5-7 bandında kayda değer bir oy oranına sahip olan bu partiler, Meclis’te temsil imkanından yoksun kalmaktadırlar. Son iki genel seçimde bağımsız adaylar formülüyle Meclis’te 30 dolayında temsilci gönderebilen Kürt hareketinin önündeki temsil engellerini kaldırmak ve insanları bağımsız adaylar gibi yan formüllere itmeyecek bir seçim sistemi üretmek, demokratik siyasal katılımın olmazsa olmazıdır.
Ulusal barajın tamamen kaldırılması ve nisbi temsil sisteminin uygulanması, halihazırda parçalı bir yapıya sahip olan Türkiye siyasetinin tarihsel ve politik gerçekliğine uygun düşecektir. Siyaset kurumlarına inancın son derece zayıf olduğu, siyasetçilerin itibarlarının toplum nezdinde oldukça düşük olduğu Türkiye coğrafyasında, temsil ve katılım mekanizmalarını demokratikleştirmek, kurumsal anlamda siyasetin ve siyasetçinin itibar kazanmasının ve siyasetin bireysel ve kolektif özgürlükler adına bir imkan olduğunun benimsenmesinin önünü kalıcı şekilde açacaktır.
3. Siyasi Partiler Kanunu’nda Yapılacak Değişiklikler:
Gözden kaçırılmasına ısrarla anlam veremediğim husus, esasen en az anayasa metni kadar etkili ve belirleyici bir metin olan Siyasi Partiler Kanunu’nun demokratikleşme tartışmalarında ihmal edilmesidir. Nitekim Siyasi Partiler Kanunu, anayasa ile genel çerçevesi çizilmiş olan toplum ve devlet düzeninin “nasıl” çalışacağının sınırlarını çizen temel metindir ve aslında hayatlarımıza direkt etkisi yoğun bir pratiği ifade eder.
Siyasi Partiler Kanunu’nda toplumun türdeşliğine vurgu yapan tüm ifadeler ayıklanmalı, siyasi partiler için bağlayıcı olacak temel esaslar, “ülkenin çoğulcu yapısı” vurgusu ile sınırlanmalı, bunun haricinde herhangi bir ideoloji, etnik köken, dinsel aidiyet ve siyasi akım, partiler için bağlayıcı halde olmamalıdır.
4. Anadilde Eğitim Konusu:
Anadil eğitimi ya da daha popüler ifadesiyle anadilde eğitim, Kürt sorunu bağlamında en çok tartışılan, fakat hemen hiçbir kesimin kendini tam anlamıyla ifade edemediği bir sorundur.
Kürtlerin çoğunlukta olduğu Doğu ve Güneydoğu coğrafyasında Kürt çocukları, genellikle 6-7 yaşından itibaren okul sıralarında Türkçe öğrenmeye başlıyorlar. Ev içerisinde, sokakta ve gündelik hayatın diğer alanlarında Kürtçe konuşan insanlar, Türkçe ile okul sıralarında tanışıyorlar, ardından eğitim süreçlerinde Kürtçe olmadığı için, Kürtçe’yi ya unutuyorlar ya da az/orta düzey bilir şekilde konuşmaya devam ediyorlar. Fakat, özel bireysel bir çaba olmadığı takdirde, sözgelimi akademik ya da edebi bir Kürtçe’yi konuşmak söz konusu olmuyor.
Kürt yurttaşların Türkçe’yi öğrenmesi elbette önemlidir ve kaçınılmaz bir gerekliliktir, çünkü ağırlıkla Türkçe’nin konuşulduğu ve nüfusun çoğunluğunun anadilinin Türkçe olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Aradaki ortak dil bağı olmadan insanların birlikte yaşaması olanaksız. Öte yandan, Kürt yurttaşların kendi anadillerini unutmaları ya da az bilir şekilde kullanır duruma gelmeleri de, bir dilin yok olması, gündelik hayattaki konuşmalara hapsedilmesi ve profesyonel uğraşların dili olamaması sonucunu doğuruyor.
Buradaki somut önerim, bilingual (çift dilli) eğitim modelinin uygulanması. Özellikle Kürtçe’nin yaygın olarak konuşulduğu bölgeler başta olmak üzere, talebin geldiği her bölgede çift dilli eğitim veren okullar kurulabilmeli, ilkokul birinci sınıftan lise son sınıfa dek, Türkçe’nin de Kürtçe’nin de eşit ağırlığa sahip olacağı bir model okul sistemi geliştirilmelidir. Sözgelimi, bu okul modelinden mezuniyet alan bir Kürt genci, her dersi akıcı bir şekilde Türkçe ve Kürtçe olarak ifade edebilme yetisine sahip olacak, Türkçe’den geri kalmayarak kamusallaşmasında bir dezavantaj yaşamazken, anadilini de tıpkı bir Türk gencinin yaptığı gibi her alanda geliştirebilecek imkana, altyapıya sahip olacaktır.
Çift dilli okul modelinin Türkçe – Kürtçe ile sınırlanmaması gerektiğini, Lazca’dan Gürcüce’ye, Süryanice’den Ermenice’ye Anadolu’da konuşulan tüm dillerin bu modelin öznesi olacağını da vurgulamak gerekiyor.
5. Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi:
Anayasa’da, Seçim Kanunu’nda, Siyasi Partiler Kanunu’nda ve eğitim sisteminde yapılacak ve sorunun anayasal yurttaşlık boyutuna yanıt verecek düzenlemelerin ardından, çoğulculuğu yasal garanti altına alan bu düzenlemelerin pratik yansıması olacak bir düzenleme de gerekmektedir. Yerel yönetimlerin, yani belediye idaresinin güçlendirilmesi, Kürt sorunundan bağımsız olarak, toplumun demokratik kabiliyetlerini de arttıracak bir imkan, imkandan da öte, zorunluluk olarak görmek gerekir.
Türkiye’de yerel yönetim mekanizmasının temel motivasyonu, beldelere, ilçelere ve illere temel hizmetleri daha hızlı ve yerinde götürebilmek. Ülkenin sahip olduğu coğrafi genişlik düşünülürse, temel hizmetlerin aksamadan sürmesi için yerel yönetim mekanizmalarının bir zorunluluk olduğu anlaşılabilir. Peki yerel yönetimleri, merkezi yönetimin hizmet sürekliliğini ve ihtiyacını karşılaşamak için kurguladığı bir idari tercih olarak görmek yeterli mi?
Ünlü düşünür Tocqueville; “Yerel yönetim kuruluşları özgür ulusların gerçek gücünü oluşturur. İlkokulların bilime katılısı ne ise, yerel meclislerin özgürlüğe katılısı odur. Bir ulus özgür bir yönetim kurabilir ancak yerel yönetim olmadan özgürlüğün ruhuna sahip olamaz.” der ve yerel yönetimlerin güçlü olduğu bir toplumda, bireylerin de yoğun şekilde politize olacağını ileri sürer.
Yerel yönetimler, bireylerin, en temel başlangıçları olan kişisel ve kamusal yaşam alanlarıyla ilgili politik süreçlerde bir özne olarak yer almalarını sağlayabilir. Topluma dair her şeyin bireyden başladığını kabul edersek, bireye dair hikayemizin başlangıcında da, kişisel ve kamusal yaşam alanı gelir. Yurttaşları yaşam alanlarında ve mikro hayatlarında politik bir özne olarak kabul etmek, toplumun siyaset kurumlarına ve demokratik normlara olan inancını da derinleştirir ve bu da şüphesiz, ulusal demokrasiye de inandırıcılık katar.
Bu anlamda önerim, şehir valilerinin 4 ya da 5 yıldan oluşan ikişer dönem için seçimle göreve gelmeleri, siyasi bir kimliğe sahip olmaları ve yetkilendirilmeleridir. Belediye başkanının yetkileri, şehrin gündelik rutin işleriyle sınırlandırılmalı, valiler ise şehir hayatıyla ilgili belli başlı konularda karar verme yetkisine sahip, gücünü şehir halkından ve onun oylarıyla oluşan şehir meclisinden alan bir seçilmiş yönetici olmalıdır.
Şunun altını çizmem gerekir ki, bunun adı özerklik değildir. Yerel dinamiklerin yetkilendirildiği, Ankara’nın çizdiği esnek – genel / çoğulcu / demokratik çerçeve ile (ki bunun altyapısını yukarıdaki ilk 4 maddede oluşturmuştuk) sınırları çizilmiş yerel yönetimlerin, bulundukları bölgenin ihtiyaçları ve talepleri doğrultusunda çalıştığı, eğitim-sağlık-ulaşım…gibi alanlar başta olmak üzere çoğu konunun yerel yönetimlerin inisyatifi ile şekillendiği bir “güçlendirilmiş, yetkilendirilmiş yerel yönetim” modeli, siyasetin, toplumun ve bireylerin demokratik reflekslerini de güçlendirecektir.
Bahsettiğim modelin salt Kürt sorunu bağlamında Kürtlerin taleplerine değil, sözgelimi, İzmir’deki, Antalya’daki Türk yurttaşın demokratikleşme yönündeki taleplerine de yanıt olacağını öngörmek mümkündür. Yani demokratik boyutuyla yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, toplumun demokratikleşme motivasyonuna verilecek genel bir karşılıktır.
6. Anti-demokratik Hususların Giderilmesi:
Yasal ve makro boyuttaki sorunların giderilmesine paralel olarak;
- Orijinal isimleri değiştirilen köy, kasaba, belde, ilçe ve şehir isimleri iade edilmeli.
- Başta Türk Ceza Kanunu (TCK) olmak üzere, tüm kanun metinleri uzman bir kurul tarafından gözden geçirilerek, “bölücülük” tanımlı düzenlemeler gözden geçirilmeli, anti-demokratik hükümler ve düzenlemeler kanun metinlerinden ayıklanmalı, ifade hürriyetini garanti altına alan ve çoğulcu zihniyetin yansıması olacak düzenlemeler hayata geç
- Hastaneler başta olmak üzere tüm kamu kurumlarında, sözgelimi Kürtçe’nin yoğun olarak konuşulduğu bölgelerde, yurttaşların işlemlerini kendi anadillerinde gerçekleştirmesini sağlayacak düzenlemeler gerçekleş (Sözgelimi, hastanedeki bir formun Kürtçe nüshasının da bulunması.)
- Kürtçe’nin yoğun olarak konuşulduğu bölgelere yapılan memur atamalarında, bölgedeki konuşulan dili bilen memurlara öncelik verilmeli veya bölgedeki dili bilen memurlar için belli bir kontenjan ayrılması.
- Kamu kurumlarının çok dilli olarak çalışabilmelerine engel olan yönetmelik/tüzük/genel gibi metinlerin tespit edilmesi ve bunların kaldırılması.
- Ders kitaplarında etnik milliyetçiliği özendiren, çoğulcu toplum aklına aykırılık teşkil eden, nefret söylemi içeren ifadeler ayıklanmalı ve çoğulculuk, toplumsal bir gerçeklik olarak ders kitaplarında yer bulmalı.
7. Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun Kurulması:
Kürt sorununun şiddet boyutunun ağırlık kazandığı son 30 yıllık sürecin en yaralıyıcı boyutu, şüphesiz, özellikle 90’larda gerçekleşen köy yakmalar, faili meçhul cinayetler ve sistematik hale dönüşen polis-asker işkenceleriydi. Devletin milli güvenlik odaklı yaklaşımının uzantısı olan şiddet odaklı pratikler, Doğu ve Güneydoğu’da sistemli bir sindirme ve baskı politikasının uygulanmasına neden olmuş, polis-asker-kontrgerilla üçgeninde Kürtlerin yoğun olarak yaşadıklar bölgelerde işkence/insan kaçırmak-öldürmek/köy yakmak, güvenlik rutini haline gelmişti.
Kürt sorununu çözmek isteyen bir Türkiye, geçmişiyle yüzleşmeksizin ahlaki, dürüst ve haysiyetli bir barış inşa edemez. Bu nedenle, uzmanlardan ve özellikle toplumun vicdan sahibi kesimlerinin üzerinde uzlaştığı akil isimlerden oluşan bir Hakikat Komisyonu kurulmalı, komisyonun ortaya koyduğu raporlar, siyaset için sembolik değil, bağlayıcı nitelikte olmalı. Hakikat Komisyonu geniş yetkilerle donatılmalı, belgelere/kişilere ulaşabilir ve bunlar üzerinde rahatça inceleme yapabilir konumda olmalı. Daha açık ifadesiyle söylemek gerekirse, Hakikat Komisyonu, bir tür vicdan rahatlatma saikli sembolik kurum değil, geçmişle yüzleşmeyi sağlayan etkili ve başat bir aktör vasfını yüklenmeli.
8. Öcalan’ın ve Diğer Örgüt Mensuplarının Statüsü:
Kürt sorununun çözümü önündeki en önemli eşiklerden bir tanesi, örgüt mensuplarının ve Öcalan’ın statüsünün ne olacağı. Bu konuyu iki yönlü olarak ele almak anlamlı olacaktır: Öncelikle, çıkartılacak bir genel afla dağda olan tüm örgüt mensuplarının eve dönüşleri yasal garanti altına alınmalı, Avrupa’da yaşayıp Türkiye’ye dönmeleri yasal olarak sorunlu olan örgüt mensuplarının da dönüşünü kapsayan bir genel af yasası çıkartılmalıdır.
Öcalan’ın statüsüyle ilgili olarak verilecek nihai kararın, toplumun tüm kesimlerinin kaygıları gözetilerek alınması gerektiği çok açık. Nitekim kalıcı bir barış, tek taraflı olarak tesis edilemez. Fakat kısa vadede, İmralı’ya geliş gidişlerin kolaylaştırılması, görüşme aralıklarının sıklaştırılması gibi tedbirlerin önemli olduğunu söylemek gerekir.
SONUÇ
Kürt sorununun çözümüne dönük çözüm önerilerini, sosyal demokrat bir perspektifle, 8 ana başlık altında özetledim. Önerilerin detaylandırılması gerektiği açık olmakla birlikte amacım, çoğu kez altı doldurulmaksızın ifade edilen demokratik söylemlerin altının nasıl doldurulabileceğine ilişkin bir çaba ortaya koymaktı. Kürt sorunu, toplumun her kesimini ilgilendiren, Cumhuriyetimizi kuran ulus-devlet aklının, 19.yy temellerine dayalı kuramsal ve pratik zihniyetinden kaynaklanan bir sorundur. Cumhuriyet’in modernleştirici ve Batılaşmacı vizyonunu çoğulcu, özgürlükçü ve demokrat bir kurumsallaşma ve pratik ile tamamlamak için Kürt sorunu, topluma büyük bir fırsat sunmaktadır. Kanımca 2 asırdan fazladır süren modernleşme seyrimiz, belki de Kürt sorununun demokratik yollardan çözülmesiyle nihai hedefine varmaya çok yaklaşacaktır.
Umarım bu yazı, konuyla ilgili daha somut ve çözüme dönük tartışmaların başlamasına vesile olur.
Kurt sorununu cozmeyi, gunumuzde cok onem kazanan ozgurluk kisilmasina karsi bir yolacan olarak dusunmeniz bana gore de akilli bir oneri. Easasen cogulculuk fikrinin ve onun ciddi bir sekilde uygulamasinin benimsenmesi gerekecek. Bu da cok tabii olarak secimlerin bunu saglamasi icin baraj fikrinin tarihe karismasi ve giderek te insanlari kluplestiren partilesmeden kurtulmak gerek. Insan bagimsiz olmali ki buyusun olgunlassin ve giderek kendi fikrini uretebilir olsun. Belki boylece akli-selim yeniden olusacak duzenin mayasi olur. Umarim bu baslattiginiz diyalogun yolu acik olur.