Recep Tayyip Erdoğan‘ın ebedi önderliğindeki AKP hareketinin tam düşüşe geçtiği sanıldığı bir dönemde parlak bir seçim zaferi kazanması, mevcut iktidarın daha ileri bir otoriterleşmeye evrilebileceğine yönelik kaygıları da alevlendirdi. Daha kabine kurulmadan yeniden başlayan başkanlık sistemi tartışmaları da kaygıyı haklı kılıyor. Muhalifler ise iktidara gelme planlarını mecburen erteleyip rejimin akıbetini tartışıyor, bunu yaparken de 1933 yılında Adolf Hitler’in kazandığı seçimlerden hemen sonra kurduğu tek adam rejiminin hikâyesini kâbus senaryolarının merkezine oturtuyor. Onları aslında çok da kötüye evrilmemekte olan Almanya’yı kriz koşullarında eline geçirmiş istisnaî bir lider olan Hitler’e yönelten sebep, “aslında çok iyi yoldaki bir Türkiye’yi tesadüfen çıkagelen bir adamın raydan çıkardığına” yönelik yanlış ön-kabulleri. Erdoğan’ı bize daha iyi anlatacak bir hikâye için, içinde oldukları tarihsel koşullarının doğrudan ürünü olan liderlere odaklanmak daha isabetli olabilir. Fransa’nın başına demokratik seçilmiş cumhurbaşkanı olarak gelen Louis Napoleon’un, imparator III. Napoleon olarak sona eren hikâyesi gibi…
Klasik tarihçilerin dışında III. Napoleon’un yükselişini siyaset teorisi açısından inceleyen belki de en önemli eser, Karl Marx’ın “Louis Napoleon’un 18 Brumaire’i” adlı kitaplaşmış makalesidir. Marx kitaplarının yıllarca yasak olduğu; tek sayfa Marx okumadan kendini sosyalist ilan edenlerin de bol olduğu Türkiye’de bu kitap, “Das Kapital” gibi ismi popülerleşmiş temel eserlere kıyasla daha az bilinir ve tartışılır. Oysa 18 Brumaire, Komünist Manifesto başta olmak üzere Marx’ın bütün temel eserlerindeki teorilerin ve onun siyasi beklentilerinin tekrar gözden geçirildiği bir değerlendirmedir. Bu açıdan, bugün Marx’ın kitapları her köşe başında serbestçe satılırken de onu okumaya tenezzül etmeyen Ümmi Sosyalistlerimizin bu eseri okumasında büyük fayda var.
Hedef devrimin son vermek
Kitap, ismini, Louis Napoleon’un kudretli amcası General Napoleon Bonaparte’ın 1799 yılında Fransız Devrim takviminde Brumaire ayının 18’ine denk gelen gün yaptığı askeri darbeyle ‘Büyük’ Fransız Devrimine son vermesinden alır. Marx’ın gayesi, bir Napoleon’un yazdığı bir tarihin 52 yıl sonra nasıl başka bir Napoleon tarafından tekrar edildiğini anlatmaktır. 1799-1815 yılları arasında hüküm süren Bonaparte, Fransız Devriminin cumhuriyetçi ilkelerini Fransa Cumhuriyetini imparatorluğa dönüştürerek yaymıştır. 1789 Devrimi, sıradan insanlara söz verdiği eşitlik ve adaleti sağlama adına o kadar çok kan dökmüş, ülkeyi o kadar huzursuzluğa sürüklemiştir ki, halk kendi içinden çıkmış Korsikalı bir köylü çocuğunun askeri darbeyle başa gelmesiyle nefes alır.
Mesih, iç savaşla harap düşmüş Fransa’yı Avrupa’nın kâbusu hâline getirerek Moskova içlerine kadar koca kıtayı fetheder, ama hikâyenin sonu hüsranla, Napoleon’un ezici mağlubiyetiyle ve Fransa’nın diğer Avrupa devletlerinin zorlamasıyla tekrar eski kral ailesinin yönetiminde bir monarşiye dönüşüyle biter. İşte o monarşinin yeniden kuruluşunun üstünden 33 yıl geçtiğinde Fransa yine mutsuzdur. Havada, bu defa 1790’ların Jakobenleri gibi eğitimli şehirlilerin değil, yırtık elbiseli işçilerin sokakların hâkimi olacağı 1848 devriminin kokusu yayılmaktadır. Bu ikinci bir Fransız Devrimi ile cumhuriyet yeniden kurulur. Fakat ilk devrimde yüzbinlercesinin kanı dökülen ve karşılığında huzur bulamayan köylüler, ikinci bir devrime de tahammül göstermeyecektir. Marx’ın özgün yorumu ile önce [amca Napoleon’la] trajedi olarak yaşanan bir tarih, sonrasında [yeğen Napoleon’la] komedi olarak yaşanır. 1848 yılında yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ılımlı cumhuriyetçi Louis-Eugène Cavaignac karşısında imparator amcasının hikâyesini yeni bir ideolojik harekete dönüştüren sivil Louis Napoleon yarışır ve rakibinin oyunu üçe katlayarak seçimi kazanır. Onu alkışlayanlar, 1851 yılında bir darbe ile kendi kendini imparator ilan ettiğinde onu daha çok alkışlayacaklar ve 1871 yılında Almanya ordularının çizmeleriyle Paris’i ezdiği güne kadar onun peşinde dolaşacaklardır.
Özel ve özgün bir hikaye
Marx’ın III. Napoleon hikâyesini özel kılan şey, yaptığı analizin hiç kimseye ve kendi eski analizlerine dahi benzememesidir. Diğer Marx kitaplarındaki yekpare patron-işçi kavgasını burada göremeyiz. Kitle burjuvazisi içinde toprak sahipleri, “finans aristokrasisi,” büyük sanayiciler, ordu komutanları, akademisyenler, kilise, barolar, meslek örgütleri, basın gibi birçok farklı katman-örgütlenme ayrı ayrı karşımızdadır. Marx’ın kendi teorilerinin aksine burjuvazi, ezilenlere karşı işbirliği içinde değil, kendi içinde kavgalıdır. Endüstri sahibi büyük patronlar, finans aristokrasisi olarak adlandırılan gruba karşı köylülerle aynı safta Louis Napoleon’a destek vermiştir. Marx’ın devrim kuramlarında bir anlam ifade etmeyen köylüler, bu defa rejimin kaderini belirleyen asli unsur olmuştur. İlk bakışta, dönemin koşulları içindeki kısa vadeli ve beklenmeyen ittifaklar, hiç beklenmeyen sonuçları da beraberinde getirir. Mutlaka olacak devrim değil, var olan koşullardan çıkan ama beklenmeyen bir çöküşün hikâyesidir karşımızdaki. Fakat bunun basit bir tesadüf olmadığını bize aktaran yazar, bu garip işbirliğinin arkasındaki tarihsel kökleri de uzun uzun açıklar.
Burada 18 Brumaire’den binlerce kez alıntılanmış cümlelerden biri karşımızdadır: “İnsanlar [ya da ‘Halk’] kendi tarihlerini yaparlar; fakat kendi arzu ettikleri biçimde, kendi seçtikleri koşullara göre değil, elde olan ve geçmişten aktarılan koşullara göre yaparlar. Bütün ölmüş nesillerin ağırlığı yaşayanların üstüne bir kâbus gibi çöker.” Fransa’nın iki devrimi de ezileni ezen ile eşit statüye koyma iddiası taşıyordu. Ama ezilenlerin büyük dilimi olan köylüler, küçük dilim olan işçilerin hilafına gücün ve otoritenin peşinde koştu. Şehirde onlara verdiği sözü tutamayan, köylüyü milletin gerçek efendisi yapamayan devrimcilere cevabını demokratik seçimlerde güçlü bir mesihe ve dolayısıyla monarşi özlemine oy vererek yapıştırdı. Her iki devrim köylülere eşitlik ve huzur vadediyordu. Fakat onlar, eskisinden daha yoksul oldukları bir anda Avrupa’yı tekrar fethetme özlemiyle, Madrid’den Moskova’ya Fransız bayrağı diken imparatorun anısına oy verdiler. Oysa içlerinden çoğu Paris’i bile görmemişti.
Erdoğan’ın çılgın hikayesi
Bu satırların yazarının amacı, Louis Napoleon’a benzetmesiyle Erdoğan’ın iki yıl sonra ülkeyi monarşiye çevireceğine dair komplo teorileri kurmak, hükümetinin demokrasiye mi yoksa tersine mi gideceğine dair kehanetlerde bulunmak değildir. Tek kaygı 1 Kasım 2015’in neden Erdoğan için ‘18 Brumaire’ olabileceğini tartışmaya açmaktır. Günlerdir, seçim zaferini getiren faktörü, Erdoğan’ın yeteneklerinde, diğerlerinin eksikliklerinde veya iktidarın alt yapı yatırımlarında arayanlar, aslında onlarca yıldır varolan koşulları ve Osmanlıdan Cumhuriyete mevcut devlet yapısının bugüne yansımalarını hesaba katmamaktadır. Toplumun bir kısmının “asr-ı saadet” başka bir kısmının “trajedi” olarak andığı Cumhuriyet hikâyesi, bugün toplumun tamamı için “komedi” hâlinde tekrar yaşanıyor.
Cumhuriyetin eldeki somut vatanı kurtaran mesihi Atatürk’ün hikâyesi o kadar yoğun ve abartılı anlatılmış ve o kadar çok tekrar edilmiş ki, belki de ‘bugünün Selahaddin Eyyubisi’ olma özlemiyle Kudüs’ü kurtarma hayalleriyle tutuşan yeni bir Müslüman Bonaparte’ın hayranlarına ilham veriyor. İnsanlar abartılı olup olmadığını sorgulamadan “dünyaya kafa tutan, herkesin kıskandığı, 2023 yılında ‘elde sancak fethe çıkacak’ bir Türkiye”nin çılgın hikâyesine oy veriyorlar. Karşınıza bu hikâyenin doğru olmadığını reddedemediği hâlde adeta ‘Lavinia’ gibi sonunu düşünmeden inanmak isteyenler çıkıyor. Fakat hikâyeyi yazanların (veya kendi hikâyelerini yazamayan liderlerin) karakterini tahlil etmekle o kadar meşgulüz ki, tarihi elleriyle yazdıklarının farkında olmayan o umut peşindeki kitleleri sorgulamak aklımızdan bile geçmiyor. Tarih de, kırılma noktalarında direnip akmakta olduğu yolda ilerlemeye devam ediyor.