Hakemli bilimsel dergilerde yayın sürecinde yazar ve editör arasında kurulan ilişki son derece resmidir ve formel şekilde ilerler. Ağustos 2014 yılında Survival dergisinde yer alan “Türkiye, Davutoğlu, ve Pan-İslamcılık” düşüncesi başlıklı makalemin yayın sürecinde akademik hayatta pek karşılaşılmayan bir deneyime tanıklık ettim.
Hakem süreci tamamlanmış, dergi baskıya girmeye hazırlanırken son kontrolleri yapan editör dehşete düşmüş bir şekilde beni telefonla arayarak, Stratejik Derinlik’te kullanılan “Lebensraum” (hayat alanı”) teriminin gerçekten Davutoğlu’na ait olup olmadığını sordu. Editör Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığına kadar yükselmiş bir akademisyenin başyapıtı olarak tanımlanan kitabında 1920-1930’ların Almanya’sının yayılmacılığını meşrulaştıran Lebensraum terimini Türkiye’ye uyarlamış olmasına inanamıyor ve bu yüzden benimle son kez telefonda konuşarak bunu teyit etme ihtiyacı hissediyordu.
Bu yazıda Davutoğlu’nun dış politikaya dair son derece sorunlu zihniyetini bir kez daha tartışmayacağım. Özellikle son bir yılda akademik yayınlarda, dergi ve gazetelerde Stratejik Derinlik detaylı şekilde analiz edildi. Burada üzerinde durmak istediğim Türkiye’yi uçurumun kenarına getiren Davutoğlu’nun dış politikasının nasıl olupta 2002 sonrasından itibaren göklere çıkarıldığıdır.
Özellikle kendisine ideolojik açıdan yakın akademisyenler tarafından sayısız övgüye mazhar olan Davutoğlu, son 13 yılda kamuoyuna uluslararası ilişkilerde çığır açan akademisyen olarak lanse edildi. Eski bir danışmanı Davutoğlu’nun dünyanın en saygın üniversitelerinden Oxford’ta yaptığı konuşmada dinleyicileri adeta büyülediğini ima ederek; “Stratejik Derinlik üzerine yapılan diğer bir tartışma da bu kavramın ne kadar orijinal ve yeni olduğu ile ilgiliydi” diyebiliyordu.
Türkiye’nin düşünce dünyasında yaşanan sorun tam da budur. Hiçbir orijinalliği olmayan, Batının arkaik jeopolitik düşüncesini Türkiye’ye uyarlayan, 1986 sonrasında kaleme aldığı 20’den fazla gazete ve dergi yazısını aynen veya çok ufak değişikliklerle Stratejik Derinlik’e koyabilen Davutoğlu’nun dış politikasını “orijinal ve yeni” olarak tanıtmaktan çekinmeyen bir entelektüel kuraklık ve çölleşmeyi yaşıyoruz. Üstelik yıllardır Davutoğlu’na methiyeler yazanlar, dış politikada yaşanan çöküşe dair en ufak bir özeleştiri yapma gereği bile hissetmiyorlar.
İktidar için bilgi üreten “organik aydınlardan” bahsediyorum. 2002 öncesi iktidarları eleştirirken Foucault ve Baudrillard gibi post-modernistleri referans alan, ama konu AKP dönemine gelince bir anda iktidarın aydınına dönüşen, AKP’nin politikalarını meşrulaştırmayı görev edinen, iktidarın fonladığı düşünce kuruluşlarında çalışan, havuz gazetelerinde yazan ve tüm bunları yaparken de “eleştirel” düşünceyi benimsediğini iddia edebilen bir akademisyen grubu.
Her türlü düşünce sistemine araçsal yaklaşan; dün postmodern, bugün Makyavelist, yarın militer olmakta beis görmeyen… İktidar Öcalan ile görüşürken çözüm sürecine methiyeler düzen ama çatışmalar başlayınca 1990’ların militer dilini benimseyen, geçmişte Gülen grubunun gazetelerinde yazan ve bu grubun demokrasinin teminatı olduğuna dair akademik makaleler kaleme alan, ama 17/25 Aralık sonrasında rüzgâr değişince aynı gruba karşı cephe alan… Bu çevreler; yolsuzluklara, otoriterleşmeye, hukukun askıya alınmasına karşı çıkanları “AKP muhalifi” olmakla eleştirmekte tereddüt etmiyor. Meşruiyetlerini iktidara duydukları sadakatten alan “organik aydınların” nezdinde, “muhalif” akademisyenler iktidara karşı çıktıkları için meşruiyetlerini yitiriyorlar. Muhalif olmanın sakıncalı görüldüğü bir dönemi yaşıyoruz. Onlara göre akademinin yapması gereken iktidarın daha rahat işlemesi için gerekli “bilgiyi” üretmek, iktidarın çıkarları doğrultusunda kamuoyunu yönlendirmek.
Durum bu. Ama ülkenin gidişatı üzerine kafa yoran insanlara düşen sorumluluk bu tabloyu eleştirmenin çok ötesinde. Yeni Arayış biraz da bunun arayışı. Yeni Arayış isminin 1980 darbesinin ülkeyi cehenneme çevirdiği dönemde çıkan Arayış dergisini çağrıştırması da tesadüf değil. Ülkenin benzer bir cehenneme sürüklendiği bu günlerde, “buradan nasıl çıkabilirizin” hep beraberce arayışı. Bilgiyi iktidarın değil özgürlüğün yolunda aramanın arayışı. Portekizli yazar Jose Saramago’ya kulak verirsek; Saramago “cehennem… tüm bilginin önünde sonunda gittiği yerdir, eski bilgiler orada, günümüzün ve geleceğin bilgileri de aynı yolu izleyecek” diyor. Eğer Saramago haklıysa, doğru yerdeyiz demektir. Arayışa cehennemden başlıyoruz.