İktisadi Kalkınmanın Yol Açtığı Değişim ve Çağdaş Kalabilme Gayreti
İktisadi kalkınma süreklilik arzeden, dinamik bir süreçtir ve bu süreç içinde toplumsal ihtiyaçlarla bu ihtiyaçları karşılamaya yönelik politikalar arasında karşılıklı etkileşimler söz konusudur. İktisadi alanda uygulanan politikalar zaman içinde toplumsal ihtiyaçların artmasına, dahası niteliklerinin değişmesine yol açabilir. Bu değişim beraberinde, ortaya çıkacak ihtiyaçları karşılayacak yeni bir iktisadi yapıya gereksinim doğurur. Daha önce olmayan kurum ve/veya düzenlemeler gündeme gelir. İktisadi alanda meydana gelen ilerlemelerle birlikte ülkenin kurumsal yapısında ve buna bağlı toplumsal anlayışta yaşanan bu değişim, kalkınma sürecinin en önemli unsurlarından birini oluşturur.
Elbette süreç bu kadarla sınırlı kalmıyor. Yeni iktisadi yapı ile birlikte yeni üretim ilişkileri doğar ve bu ilişkilerde rol alan yeni kesimlerin oluşmasına yol açar. Dahası yeni kesim unsurları zamanla siyasi karar mekanizmalarındaki gücün yeniden paylaşımını talep etmeye başlar ve kendi mutlak hakimiyetlerini tesis edene kadar, eski yapının unsurlarıyla girişilen bir güç mücadelesine yol açar. Süreçte yeninin hakimiyeti ve eski yapının tasfiyesi kaçınılmazdır. Zira iktisadi alanda karşılaşılan kısıtlar bu dönüşümü zaruri kılmaktadır. Ancak bu noktada önemli olan, dönüşümün siyasi anlamda demokratik yollardan mı, yoksa zorlayıcı otoriter bir rejim ile mi gerçekleştirileceğidir. Siyasi katılımın sınırlandığı, siyasi ve iktisadi kararların dar bir kadro ile alındığı hallerde, otoriterleşme neredeyse kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle ülkenin maruz kaldığı iktisadi kısıtların geniş halk kitlelerinin taleplerini karşılamaya mani olması, bu otoriterleşme sürecinin hızlanmasına yol açabilmektedir.
Siyasi karar süreçlerinde iktisadi gerçeklerle uyumlu olmayan eski üretim ilişkilerinin hakimiyetini sürdürmesi, öncellikle ülkenin iktisadi performansını olumsuz etkileyecektir. Kaynak kullanım önceliklerinin eski üretim ilişkilerinin hakimiyetine sahip kesimler lehine yapılması ülke ekonomisinin üretim potansiyelini düşürürken, geniş halk kitlelerinin talep ettiği refahın yeterince oluşturulmasına engel olacaktır. Dahası, bu durum zamanla önceden elde edilmiş refaha erişime bile mani olabilir. Siyasi anlamda gücü paylaşmaya rıza göstermeyen eski yapı, bu süreç içinde muhafazakarlığın kaynağını oluşturacaktır. Hatta zaman zaman yapılan reformlardan geriye dönüşler bile yaşanabilecektir.
Türkiye’nin iktisadi olarak üstün üretim ilişkilerinin siyasi karar süreçlerinde hakimiyetini sağlamaya yönelik olarak çağdaşlaşması, sadece Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinin bir sorunu değildir. Bugünün mevcut iktidarının ileri sürdüğü Yeni Türkiye betimlemesini bu açıdan değerlendirdiğimizde, Yeni Türkiye’nin yeni üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin ortaya çıkardığı yeni kesimleri ifade etmesi beklenir. Ancak AKP hükümetlerinin son 12 yıllık iktisadi uygulamaları dikkate alındığında ağırlıklı olarak öne çıkartılan üretim modelinin inşaat ve ticaret temelli bir model olması ve bu modelin ise, kapitalist gelişim sürecinin başlangıç aşamalarında geçerli olan üretim ilişkilerini temsil etmesi, ister istemez kafa karşıklıklarına neden olmaktadır.
Oysa günümüz dünyasında Türkiye gibi kalkınma yolunda olan ülkelerin temel amacı, gelişmiş piyasa ekonomileri ile aralarındaki üretkenlik farkını giderip, dünya ekonomisinde daha rekabetçi bir yapıyı oluşturmaktır. İnşaat ve ticaret gibi yerel ekonominin ihtiyaçlarına yönelik iktisadi faaliyetlerle böyle bir amacın gerçekleşmesi sağlanamaz. Türkiye gibi büyük, doğal kaynak ihracatçısı olmayan bir ülkenin iktisadi faaliyetlerinin ticaret ve inşaat gibi içe dönük faaliyetlere dayandırılması, ister istemez ülkeyi giderek daha çok dış kaynak ve borçlanmaya bağımlı hale getirecektir. Dahası eskiye ait bu üretim modelinin ve bu modelin paydaşlarının siyasi karar süreçlerinde hüküm sürmesinde diretmek, burada tartıştığımız şekliyle ülkemizdeki yeni muhafazakarlığın temelini oluşturmaktadır.
Toplumsal örgütlenmenin günümüzde olduğu gibi inşaat ve ağırlıklı olarak ticaret etrafında gerçekleştirilmeye çalışılması, ister istemez siyasi üstyapı kurumlarına yapılacak müdahaleleri zaruri kılarken, bu yapılan tercih ve müdahalelerin meşruiyetini sağlayacak ideolojik bir söylemin de ortaya konulması kaçınılmaz hale gelmektedir. Hatta bu söylemler bazen öyle bir noktaya taşınır ki, ülkedeki farklı kesimler arasında yol açacağı ayrışmalar farklı bir toplumsal kimlik oluşturma çabalarına neden olabilir. Tarihte bu tarz aryışların beraberinde şiddeti getirdiği bilinmektedir. Örneğin ülkemizde 6-7 Eylül olayları böyle bir çabanın ürünü olarak görülebilir.
İktisadi performans ölçülerinde görülen her türlü olumlu gelişmelere rağmen, gerek iktisadi sisteme hakim üretim ilişkileri, gerekse bu üretim ilişkilerinde doğan kesimlerin siyasi karar süreçlerindeki etkinlikleri ülkemizde muhafazakarlaşan bir siyasi rejimin varlığına işaret etmektedir. Bu koşullar altında ortaya atılan Yeni Türkiye betimlemesinin, sadece eski üretim ilişkilerinden medet uman siyasi bir kadronun, yeni ve çağdaş üretim modellerinin gereklerini yerine getirmeye karşı nafile bir direnci olarak düşünülmesi yerinde olur.
Gunumuzun problemlerinin cogunun doga kanunlarindan hic endise duymadan cok uzaklasilmasi ve bunun da insan kumelenmsi bakimindan kirsal (buyuk capta tarima ve onun gerektirdigi sanayiye dayali) ve (kureselligin etkisiyle buyuyen) kentsel yerlesimler arasindaki dogal dengenin bozulmasinda aranmasi konusu uzerinde epey durulmali. Eninde sonunda bir doga yaratigi oldugumuzu ve ayni dogayi hem benzerlerimizle ve hemde diger yaratiklarla paylasmamiz gerektigini hatirlamamizin zamani cesitli afetle, gocler ve savaslarla bize hatirlatiliyor. Anlayana sivrisinek cok anlamayana davul zurna az.