Başarılı Bir Kalkınma İçin Ekonomik Reformlar Kadar, Siyasi Süreçlere Katılım da Önemlidir!
Günümüzde ülkelerin başarılı kalkınma pratiklerinin kurumsal gelişmişlik düzeyine bağlanması oldukça popüler bir hale gelmiş ve bu amaçla ekonomilerin daha etkin işleyişini temin edebilmek için kurumların önemine aşırı vurgu yapılmaya başlamıştır. Türkiye’nin 2001 sonrası yaptığı reformlara yönelik değerlendirmeler bunun güzel bir örneğidir. Ancak, bu tarz refromlar gerekli olmasına rağmen, tek başlarına başarılı bir kalkınma hamlesi için yeterli değildir. Zira bu reformlarla birlikte oluşturulan kurumsal çevrenin sürekliliğini sağlayacak siyasi manada güvencelerin oluşturulması da son derecede önemlidir. Bu da iktisadi karar süreçlerini iyileştirici kurumsal düzenlemelere yönelik siyasi karar süreçlerine katılımın sağlanması ve demokratikleşmesi ile mümkün olmaktadır. Bu yapılmadığı takdirde, yapılmış olan ekonomik reformların sürekliliği tehlikeye girmekte, uygulanan politikalardan geriye dönüşler mümkün olabilmektedir. Bu manada günümüz kalkınma anlayışı, dar kapsamlı iktisadi reformların ötesinde, iktisadi sistemin işleyişini iyiştirecek bu reformların kalıcılığının güvencesi olacak, hukukun üstünlüğünü referans alan demokratik siyasi süreçlerin de oluşturulmasını zaruri görmektedir.
Aslında Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılan reformlarla Cumhuriyetin kuruluşunda sonra gerçekleştirilen reformların karşılaştırılmasının, iktisadi kalkınma bakımından iki farklı siyasi kurumsal yapının performanslarındaki farklılıkları (en azından bir kısmını) açıkladığı düşünülebilir.
Osmanlıda Çağdaşlaşma gayretlerinin İzleri
Aslında Batı’nın iktisadi bir rol model olması Türkiye için yeni bir olgu değildir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bile hedeflenen hep Batı’da yer alan iktisadi düzen ve kurumların ülkede oluşturulmasıdır. Hatta II. Meşrutiyet ile birlikte yapılan eğitim reformlarında Fransız okullarının örnek alınmış olması, öğrenim görmek için Fransa gibi diğer Batılı ülkelere öğrenci gönderilmesi bunun güzel örnekleridir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan çok daha önce benzer bir reform sürecine başlayan Meiji dönemi Japonya’sında bile referans alınan Batı olmuştur. İktisadi kalkınma için Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleştirilen siyasi ve iktisadi reformlar ile şirketleşme gibi çok sayıda iktisadi kurumların Batı’dan örnek alındığı unutulmamalıdır. Keza II. Meşrutiyet ile başlayan anayasal rejim arayışları da, bugün olduğu gibi yine o dönemlerde Batı’da geçerli olan siyasi ve hukukî kurumların ülkeye uyarlanma çabası olarak düşünülebilir.
Dönemin uluslararası konjonktürünün yol açtığı bitmez tükenmez savaşların etkisiyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun XX. Yüzyılın başlarında hedeflediği Batı tarzı kurumların oluşturulmasına yönelik bu reformlar, ülkenin siyasi anlamda içine düştüğü krizleri aşmanın çaresi olarak görülmüş ve uzun yıllardır bu şekilde algılanmıştır. Çok büyük bir coğrafyada yer alan imparatorluk nüfusunun, o dönem koşullarında bile engellemesi son derecede güç bir refah arayışı ortaya çıkmıştır. Bu taleplerin siyasi yansımalarını engellemek ve bu coğrafyadaki geniş halk kitlelerinin refah talepleriyle baş edebilmek için, Osmanlı İmparatorluğu’nun yöneticileri yüzlerini Batı’ya yöneltmek zorunda kalmışlardı. Talep edilen refahı üretebilecek bir iktisadi yapıya sahip olabilmek ve her şeyden önce üretilen refahı herkes için erişilebilir bir hale getirebilmek, o günlerde ortaya çıkması muhtemel istenmeyen siyasi yansılamaları ortadan kaldırabilmenin yoludur. Bu bile başlı başına, sistematik bir şekilde gerçekleştirilecek ekonomik ve buna bağlı siyasi birtakım reformların hayata geçirilmesini gerekli kılmıştır. Ancak bu dönemde karşılaşılan uluslararası siyasi sorunlar ve savaşlar, bu reform sürecinde yeterince yol alınmasını engellemiş ve daha da önemlisi yöneticilerin cesaretini kırmıştır. Ancak çok daha önemlisi, salt kurum ve uygulamaların ithaline dayalı bu reform süreçleri ülkenin ne kalkınma sorununun, ne de karşılaşılan siyasi darboğazların çözümüne bir katkıda bulunabilmiştir.
Cumhuriyetin Kararlılığı
Çağdaşlaşma, iktisadi anlamda bir ülkenin üretim modeli tercihi şeklinde de düşünülebilir. Günümüzde bile, iktisadi ilişkilerde referans alınan üretim modelinin, iktisadi kurumların, bilim ve teknolojinin kaynağının Batı modeli olduğu düşünüldüğünde, 1920’lerin dünya koşullarında referans alınan Batı medeniyetinin, o günlerdeki en ileri üretim modeline sahip ve bir ulusal kalkınmaya klavuzluk edebilecek yegane ilerici model olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Zira sanayi devrimi sonrasında Doğu ve Batı arasında üretimde artan verimlilik farkı, siyasi ve askeri düzeyde Batının hakimiyetinin en önemli kaynağını oluşturmuştur. Bu üstünlüğü tekrar ele geçirmenin ve/veya dengelemenin yolu, öncelikle iktisadi koşulların eşitlenmesini ve bunu sağlayacak kurumsal düzenlemelerin yapılmasını gerekli kılmaktadır.
Toplumsal ve ekonomik ilişkileri açısından Doğu, kalkınma arzusu içindeki günümüz ülkeleri için bile yeterince önemli bir referans oluşturamamışken, XX. Yüzyılın başlarında içinde bulunduğu durum dikkate alındığında, genç Cumhuriyetin kalkınma arzularına tatmin edici bir cevap getirebilecek iyi bir model olması elbette beklenemezdi. Dahası mirası üzerine kurulmuş olunan Osmanlı İmparatorluğu da, Doğu ile ifade edilen medeniyetin en önemli temsilcisiyken, hem siyasi alanda, hem de iktisadi alanda Batı modeli karşısında başarısız kalmıştır. O günlerde Cumhuriyetin kendine model olarak alabileceği, kendini ispatlamış seçenek Batı medeniyetinin temsil ettiği gelişmiş üretim modeli ve üretim ilişkileridir. Dahası bu yönde bir tercih daha Osmanlı imparatorluğu döneminde yapılmaya başlanmış ve böyle bir modelin sosyal ve kültürel altyapısını oluşturacak kurumların bir kısmı hayata geçirilmiştir. Ancak siyasi manada yapılan reformları sahiplenilmesini sağlayacak karar süreçleri ve kurumların hayata geçirilmesi mümkün olmamıştır. Hatta karar süreçlerine katılım sınırlı düzeyde tutulmuş; zaman zaman da engellenmiştir.
Kurucu iradenin o yıllarda “çağdaşlaşma” adı altında yapmaya çalıştığı, Batı karşısında iktisadi üstünlüğünü yitirmiş bir toplumun iktisadi kalkınmasını sağlayacak bir modeli tanımlamaktır. Doğu ve Batı medeniyetleri arasında keskin farklılıkların bulunduğu bu dönemde yapılan böyle bir tercihin, doğal olarak son derecede kökten ve kesin bir kırılmayı ifade ettiği açıktır. Özellikle o günlerdeki Türk aydınının bir bölümü için bu, geçmişten radikal bir kopuş olarak algılanırken, zaman zaman açık olarak kendilerini Doğu medeniyetinin ve kurumlarının savunucusu olmaya itmiş ve onların o günlerdeki muhafazakarlığın temsilcileri olarak algılanmalarına yol açmıştır.
XX. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reformlarla başlayan Batılılaşma gayretleri Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte daha ileri düzeylere getirilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında birçok iktisaden geri kalmış ülke de, kendisine model olarak Batı tarzı kalkınma modelini tercih ederken, bu modele işlerlik kazandıracak siyasi kurumları da uygulamaya koymuştur. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin daha 1920’lerde başlattığı çağdaşlaşma gayretini benzerlerinden farklı kılan, dönemi açısından bir ilki ifade ediyor olması ve benzerleri için bir örnek teşkil etmesidir. Bu tercihin bugün bile önemli tartışmalara konusu olmasında, geçmişten bu kadar radikal bir kopuşta zorlanan kesimlerin o dönemde içine düştüğü ruh halinin önemi büyüktür.
Anadolunun kendine has bir uygarlik kavramini iyi anlamis olmak gerek. Bu da batiyi taklitle degil anadolu insanin dogasina uygun olmasi gerekir. Bunu da olusmus kulturu bozmadan onun icindeki togumlarin kendine benzer bicimde gelecegi gogusleyecek bir sekilde kalkinilmasi gerekir idi. Bunu da Ataturk ve arkadaslari iyi anlamis ve baslatmisti. Koyluyu yerinde kalkindirmak en onde gelen bir hamle. Halkevleri kentli icin dysunulmus bir hamle. Daha pek cok ornek verilebilir. Ancak yer altinda sakli karanlik aydinlanmadan yuzeye cikinca cok sey bozuldu. Kiyamete dogru gidiliyor. Daha da zorlasmadan bu durumdan aydinliga cikmak zorundayiz. Bu da besikten baslayamak zorunda.