Sürdürülebilir Bir Büyüme İçin Sadece İktisadi Reform Yeterli Değil
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte girişilen çağdaşlaşma gayretleri ve toplumsal alanda uygulanmaya konulan reformlar bugüne kadar birçok değerlendirmeye konu olmuştur. Bu değerlendirmelerin çok büyük bir bölümü çağdaşlaşmayı, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının toplumsal ve kültürel alanlarda yürüttükleri bir dönüşüm projesi olarak görmüş ve bu dönüşümün referansı olarak Batıdaki ilerlemeyi dikkate almıştır.
Toplumsal ve kültürel alanda Batı medeniyetinin referans alınmaya başlanması, beklendiği gibi Doğu ile Batı medeniyetlerinin karşı karşıya gelmesi ve kıyaslanmasını beraberinde getirmiştir. Böyle bir kıyaslama doğaldır ki, toplumun bir kesiminin Doğu, bir diğer kesiminin ise Batı kültürünün savunucuları arasında yer almasına neden olmuştur. Dahası, Osmanlı’nın mirası olarak görülen Doğu kültürünün sahiplenilmesi muhafazakarlığın, Batı medeniyeti ve kurumlarının yanında yer almak da ilericiliğin bir göstergesi olarak algılanmaya başlanmıştır. Ancak ülkemizde bu kavramlar zaman zaman temsil ettikleri iktisadi bağlamdan kopartılarak, dini referanslarla bezenmiş sosyal bir algının ifade şekli olarak da kullanılmıştır. Yanlış bir toplumsal algı sonucunda, uzun yıllar çağdaşlaşma Batı’nın Doğu karşısında üstünlüğünün ilanı olarak anlaşılmıştır.
Bu şekilde din ve/veya kültür temelinde yapılan çağdaş ve muhafazakar ayrımı son derecede statik ve birbiri arasında geçişgenliğe izin vermez nitelikte bir ayrım haline gelmiştir. Bireyin dini ve/veya kültürel tercihlerinin sorgulanması şeklinde algılandığı için de, çağdaşlaşma fikrinin din ve kültür değerlerine sıkı sıkıya bağlı bir toplumda tehdit olarak algılanması ve dirençle karşılaşması son derecede normal karşılanmalıdır.
Oysa çağdaşlaşma topyekün bir kalkınma çabası içinde olan toplumda, bir üretim modeli tercihi ve bu modele uygun kurumsal çevrenin oluşturulma çabası olarak da görülebilir. Çağdaşlaşmanın bu şekilde daha dinamik bir sürece işaret eden bu tanımı, günümüz kalkınma iktisadının temel unsuru olan kurumsal gelişmişlik hususuna vurgu yapmakta ve Türkiye’nin modernleşme tarihine yeni bir bakış açısının gerekliliğine işaret etmektedir. Bu bakımdan Türkiye’deki çağdaşlaşma, iktisadi anlamda geçerliliğini yitirmiş, kural ve kurumları itibariyle dönemin modern ekonomileriyle hiçbir rekabet gücü kalmamış bir sistemin restorasyonudur. Bu restorasyon Cumhuriyet öncesinde başlamış olmasına rağmen, siyasi ve toplumsal kısıtların etkisiyle bu dönemde yeterli düzeyde kararlılık sergilenememiştir. Siyasal anlamda Cumhuriyetin geçmişten radikal kopuşu, iktisadi alanda ihtiyaç duyulan yapısal dönüşüm ve bunun gerektirdiği reformlar konusunda da gerekli kararlılığın gösterilebilmesine imkan sağlamıştır.
Öte yandan muhafazakarlaşma ise, ülkedeki iktisadi gelişmelerin yol açtığı yeni üretim ilişkilerinin ve bu ilişkilerin doğurduğu yeni kesimlerin iktisadi ve siyasi karar süreçlerine dahil olmalarının engellenmesi; geçerliliğini yitirmeye yüz tutmuş ve iktisadi yapı içinde önemi giderek azalmış eski üretim ilişkileri ve buna bağlı kesimleri iktisadi ve siyasi karar süreçlerinde hakim kılma çabası şeklinde tanımlanabilir. Bu bakımdan çağdaşlaşma, yeni iktisadi ilişkileri ve bu ilişkilerin taraflarını iktisadi ve siyasi karar süreçlerinde etkin kılmayı amaçlar. Bu şekilde iktisadi sistemin sürekliliği ve toplumsal dinamizm temin edilebilir ki, bu da zaten bizleri iktisadi kalkınma olarak bilinen dinamik süreçlerle karşı karşıya bırakır. Diğer bir deyişle, çağdaşlaşma bizatihi iktisadi kalkınmanın değişmez unsurlarından biridir.
Bugün olduğu gibi, Cumhuriyetin kuruluş günlerinde de zamana uygun bir üretim modeline sahip olmak, kalkınmanın en önemli unsuru olarak görülmüş ve Batı böyle bir modelin yer aldığı referans olarak algılanmıştır. Cumhuriyetle birlikte bu üretim modeline işlerlik kazandıracak kurumsal çevre şartlarının oluşturulmasına çabalanmıştır. Ancak iktisadi yapıda Batı benzeri kurumlara yönelik dönüşümler, zamanla ülkedeki üretim ilişkilerinin değişmesine, bu da ortaya çıkan yeni üretim ilişkileriyle birlikte birtakım yeni kesimlerin doğmasına yol açacaktır.
İktisadi motivasyonları açısından eskisinden farklı olan bu yeni kesimlerin, iktisadi ve siyasi kararlarda söz sahibi olmaları, eski yapının temsilcileri tarafından bir tehdit olarak algılanmalarına yol açacak ve onları kendi üstün pozisyonlarını korumaya zorlayacaktır. Eski üretim ilişkilerinde rol alan kesimlerin yeni üretim ilişkilerine uyumları ne kadar zorsa, yeniye gösterecekleri direnç de o derecede şiddetli olacak ve değişim zaman alacaktır. Ancak dönüşüm zaruridir; er ya da geç gerçekleşecektir. Bu dönüşümü zaruri kılan en temel etmen, toplumların artan ihtiyaçları ve bu yönde iktisadi sistemde oluşturulan kaynak ve imkanlara özgürce erişebilme arzusudur. Bu arzu bireylerin geniş anlamda refah talebine yol açarken, bu yöndeki talepler ülkelerin iktisadi kalkınmalarını körükleyen en temel unsuru oluşturur.
Bu bağlamda, bugünün hükümet uygulamalarında bile çağdaş dünyanın gerekleri için Batı referans alınmaya devam edilmektedir. Modern iktisadi sistemin ve toplumsal ihtiyaçların gerektirdiği düzenlemeler, hep gelişmiş ülke pratikleri dikkate alınarak yapılmaktadır. Artık günümüzde gelişmişliğin göstergesi olarak kabul edilen ülkelerin insani kalkınmışlık seviyeleri, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumların oluşturduğu kriterlere göre değerlendirilmekte ve ülkelerin bu yöndeki politikalarının nasıl oluşturulması gerektiği konusunda onlara yol gösterilmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 90 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, ülkemizde bugünlerde iktidarda olan yönetici kadroların dile getirdiği, ancak içeriği konusunda bir netliğin hâlâ sağlanamadığı Yeni Türkiye betimlemesinin bile, iktisadi anlamda referanslarını Batılı ülkelerin ekonomik yapılarından alması ilginçtir.
Kanımızca Türkiye ekonomisinin 2002 sonrasında gösterdiği ekonomik performans ve buna bağlı değişen tüketim davranışları siyasilerde ortaya çıkan aşırı güvene ve böyle bir Yeni Türkiye betinlemesine dayanak teşkil etmiştir. Zaman zaman bu Yeni Türkiye betimlemesi kalkınma ve kalkınmışlık açsından geçmişle yapılan bir hesaplaşmanın da simgesi olmuştur. Böyle bir yaklaşımın kalkınmışlığı dar kapsamlı olarak sadece milli gelir rakamlarında görülen performansa bakarak değerlendirmek, maalesef geçmişte olduğu gibi, günümüz siyasi tartışmalarında son derecede popüler hale gelmiştir. Ancak aynı zamanda kamuoyundaki bu tartışmaları kısırlaştırmıştır.
Oysa günümüz çağdaş kalkınma anlayışı bu dar kapsamın dışına taşmıştır. Bu yeni anlayışa göre, siyasi ve iktisadi açıdan yeni olacak bir Türkiye’de amaç, vatandaşlarının sadece siyasi değil, aynı zamanda iktisadi seçeneklerini geliştirmek ve bu seçenekler arasında özgürce tercih yapabilecekleri kurumsal ortamı yaratabilmektir. Bu sebeple daha çağdaş bir iktisadi sistem ile toplumsal yapı sadece maddi zenginliklerin boyutunu arttırmakla değil, aynı zamanda zenginlikleri oluşturacak ve daha hakça dağıtımını sağlayacak siyasi ve iktisadi kurumsal ortamı yaratmayı gerekmektedir.
Buradan yola çıkarak ülkemizin kalkınma düzeyini salt büyüme, isitihdam ve sanayilemek gibi dar kapsamlı perfromans göstergeleriyle değerlendirilmesi yeterli değildir. Aynı zamanda iktisadi birimlerin ekonomik kararlara katılımı, kaynaklara erişimi gibi kriterlerin yanında, bu hususlarda görülen aksaklıkları giderici yeni yapıların oluşumunu sağlayacak siyasi kararlarda rol oynayabilmeleri de, günümüz demokrasilerinde çağdaş iktisadi bir sistem oluşturmanın koşullarıdır. İşte bu yüzden Türkiye ekonomisinin içine düştüğü orta gelir tuzağından çıkış, sadece birtakım iktisadi tedbirler ve yapısal reformlarla değil, aynı zamanda siyasi anlamda da ciddi reformların yapılmasını zaruri kılmaktadır. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş bunun en güzel örneklerinden biridir
Ulusal ve uluslararasi gocler degisik kultur ve yasam bicimlerini tek bir modele dogru yoneltmekle insanlarin dogrulari butunlemesinden cokbiribirine benzeme yarisina soktu. Bunu her alanda goruyoruz.bu durumda her kulturun iyisi degil en zayif taraflari meydan okuyor. Yerinde ve kendi imkanlari kendi kulturleri icinde csgdaslassa ve boylece karmasilsa daha iti olmaz mi?
Sanırım iktisadi gelişmeler sahip olduğumuz kültürel ve toplumsal alışkanlıklarımızın değişmesine neden oluyor. Ekonomik değerler soyut değerlere her zaman baskın geliyor ülkemizde. Bu da bir bakıma toplumsal tercih yapımız ile ilgili.:(